Ergenlik ve ergenliğe geçiş hem gencin kendisi, hem de ailesi için büyük değişimler ve iniş çıkışlar
içeren çalkantılı bir dönemdir. Çoğu zaman sancılı geçen bu dönemde gençler ve aileleri bu durumla
başa çıkmakta zorlanabilir.
Çevirisini yaptığım “Ergenliğe Geçişte Duygularla İletişim Becerileri” kitabı bu dönemde, gençlere kim
olduklarını, onlar için neyin önemli olduğunu anlamalarını sağlayacak ve kendilerini ifade etmelerine
yardımcı olacak etkinlikler ve projeler içeriyor.
Terapistler, sosyal hizmet uzmanları ve rehber öğretmenler için çok yararlı bir kaynak olan bu kitabı
buradan inceleyebilir ve satın alabilirsiniz: https://www.kitapkoala.com/kitap/ergenlige-geciste-
duygularla-iletisim-becerileri-bonnie-thomas-9786057628190
İçinde bulunduğumuz çağda internet ve televizyon şüphesiz ki hepimizin hayatında önemli bir yer kaplıyor. Akıllı telefonlar, tabletler, bilgisayarlar en temel iletişim ve haber alma aracı olarak günlük hayatımızı işgal etmiş durumda. Peki, biz yetişkinler bile medya tüketimimizdeki dengeyi korumakta zorlanırken çocuklarımızın medyayla olan ilişkisini nasıl yönlendiriyoruz?
Uzun yıllardır çocuklarla çalışan bir psikolog olarak çocukların medya tüketiminde gözlemlediğim iki temel problem var: Medya araçlarıyla fazla zaman geçirmeleri ve yaşlarına uygun olmayan içeriklere maruz kalmaları.
Bu iki problemde de ne yazık ki ebeveynlerin payı yüksek. İlgi isteyen, yaramazlık yapan, sessiz durması istenen çocuğu kısa bir süreliğine de olsa tablet ya da televizyonla oyalanmasını sağlamak masum bir çözüm gibi gözükse de bu durum uzun vadede, video izlemeden yemek yemeyen, televizyon karşısından ayrılmak istemediği için uyku düzeni bozulan ya da telefonla oynamak dışında hiçbir şeyden keyif alamayan çocuklar yaratıyor.
Akıllı telefon, tablet, televizyon gibi medya araçlarının çocuklar üzerindeki etkilerinin yaş gruplarına göre farklılaştığını söylemek de mümkün.
Örneğin, 0-3 yaş sosyal, dil ve motor becerilerin hızla geliştiği bir dönemdir. Bu dönemde çocuklarla konuşmak, sevgi ve güven ihtiyaçlarını karşılamak, oyun oynamak onun bu becerilerine katkı sağlar. Böyle bir dönemde ebeveynle geliştirilen karşılıklı bir iletişimin yerini çocuğun hareket ve davranışlarına tepki vermeyen cansız bir uyaranın alması bu becerilerin gelişimine zarar verecektir. Bu yaşlar çocuğu dijital ekranlarla tanıştırmak için çok erkendir.
4-7 yaş arası dönem ise çocukların gördükleri, izledikleri her şeyden yoğun olarak etkilendikleri bir dönemdir. Bu yaş grubunda soyut düşünce kavramı henüz oluşmamıştır. Bu nedenle televizyonda gördüklerini gerçek olarak yorumlarlar. Gerçek dışı mesafelerden atlayabilen, uçurumdan düştüğü halde hiçbir şey olmamış gibi koşmaya devam eden bir çizgifilm karakteri çocukta aynı hareketleri yapabileceği algısını yaratabilir.
Bu yaşlarda çocuklar televizyonda ya da bilgisayar oyunlarında gördüğü şiddet sahnelerinden çok korkabilir ya da bu tarz sahnelere çok maruz kalması şiddete karşı duyarsızlaşmasına neden olabilir.
7 yaşından sonra çocuklar televizyonda ya da oyunlarda gördükleri ile gerçekleri ayırt edebilmeye başlar. Bu yaşlarda çocuklar kontrollü olarak medya araçlarıyla tanıştırılabilir. Ancak izleyecekleri programlar, oynayacakları oyunlar yetişkinler tarafından titizlikle seçilmeli ve takip edilmelidir. Çünkü her ne kadar kurguyu gerçekten ayırt edebilecek yaşa gelmiş olsalar da televizyon yayınları ne yazık ki gündüz saatlerinde bile çocuklara uygun olmayan pek çok içerik barındırabilmektedir.
Özellikle son dönemlerde popüler olan mafya ve aşiret dizilerin zihinsel ve duygusal gelişimini henüz tamamlayamamış çocuklarda davranışsal sorunlara yol açtığı ve ileri yaşlarda da telafisi zor hasarlara neden olduğunu ne yazık ki sıklıkla gözlemliyoruz. Çocukların bu tarz diziler aracılığı ile henüz hazır olmadıkları duygu ve davranışlara maruz kalmaları, bu davranışların doğruluğunu, yanlışlığını tam olarak sindiremeden kendi oyunlarına ve arkadaşlıklarına aktarmalarına neden oluyor. Çocuklar arasındaki yaşanan itiş kakışlarda çoğu zaman bu dizilerdeki karakterlerin taklidini görmek mümkün.
Peki, anne baba olarak çocuklarımızı medyanın yoğun ve yanlış kullanımından nasıl koruyabiliriz?
Günümüz dünyasında çocukları yaşları küçük olsa dahi ekranlardan tamamen uzak tutmanın her zaman çok mümkün olmadığı bir gerçek. Siz evde gerekli düzenlemeleri yapsanız bile dışarıdaki herkesten aynı hassasiyeti görmeyebilirsiniz. Ancak aşağıdaki maddelere dikkat ederek çocukları medyanın yıkıcı etkilerinden koruyabiliriz:
Her şeyden önce, anne baba olarak doğru bir rol model oluşturun. Çocuğunuzun uyanık olduğu saatlerde telefon, bilgisayar ve televizyon kullanımınızı minimumda tutun. Sizin ilginizi telefonda gördüğü sürece telefon onun için giderek daha cazip hale gelecektir.
İstemeden de olsa uygun olmayan bir içeriğe maruz kaldıysa bununla ilgili konuşun, ne hissettiğini anlatmasını teşvik edin.
7 yaşından sonra da medya kullanımında kontrolü elden bırakmayın. Zaman kısıtlamalarından, uyku ve yemek saatlerinden ve okulla ilgili sorumluluklarından taviz vermeyin.
Telefonda, tablette ya da televizyonda takip ettiği içerikleri mutlaka bilin, gerekli durumlarda yaşına daha uygun içeriklere yönlendirin. Bu konuda telefon, tablet ve bilgisayarlar için çocuk modu seçeneğini kullanın.
Telefon, bilgisayar ya da televizyona alternatif olarak keyif alacağı başka aktiviteler yaratın. Birlikte oyun oynayın, dışarıda vakit geçirin, yaşıtlarıyla sosyalleşmesini sağlayın. Enerjisini atabileceği spor aktivitelerine ve sevebileceği hobilere yönlendirin.
Çocuğunuzu çok seviyorsunuz, onu her türlü kötülükten korumak istiyorsunuz, ona daha iyi bir hayat vermek için her şeyi en ince detayına kadar planlıyorsunuz. Bir ebeveyn olarak bunları hissetmek kadar doğal bir şey yok. Ama acaba bunları yaparken fark etmeden çocuğunuzu hayata karşı daha savunmasız hale getiriyor olabilir misiniz?
Son yıllarda, “bilinçli ebeveyn” kavramının kontrolden çıkıp aşırı ebeveynliğe dönüşmesine çok sık rastlıyoruz. İyi ebeveyn olmakla ilgili kaynakların yaygınlaşması anne babaların doğru bilgiye daha kolay erişebilmesini sağlarken aynı zamanda standartları yükseltip onların kaygılı ebeveynlere dönüşmesine de neden olabiliyor.
1969 yılında Psikoterapist Haim Ginott’un küçük bir çocuk olan danışanının annesinin davranışlarını tanımlamak için yaptığı helikopter benzetmesi üzerine bu durum literatüre “Helikopter Ebeveynlik” olarak girmiştir. Çocuğun etrafında pervane gibi dönen, her şeye onun adına karar veren ve uygulayan ebeveynleri tanımlamak için kullanılır.
Günümüzde zorlaşan hayat şartları, maratona dönen sınav sistemleri, rekabetin artması, gelecek kaygısı gibi etkenler ailelerin çocuklarıyla ilgili kaygılarını artırmakta, onları daha müdahaleci olmaya itmektedir. Ailelerin bu tutumu genelde iyi niyetli olsa da helikopter ebeveynler tarafından yetiştirilen çocukların yetişkinlik döneminde kaygı bozukluğu, özgüven eksikliği, sorun çözmede yetersizlik gibi sorunlar yaşama olasılığı daha yüksektir.
Helikopter ebeveynlerin ortak özellikleri:
Gündemleri hep çocuklarıdır.
Çocukları yanlarında olsun olmasın sürekli onlardan bahsederler. Kendi arkadaşlarının yanındayken bile başka konulara odaklanmakta zorlanırlar. Hatta çocuklarıyla ilgili konulardan başkalarına bahsederken sıklıkla “biz” dili kullanırlar. “Ödevimiz var.”, “Karnımız ağrıyor.” gibi. Bu tür ifadeler ebeveynin çocuğuyla sağlıklı ayrışamadığına, onu kendisinin bir tür uzantısı gibi gördüğüne işarettir.
Çocuklarına sorumluluk vermezler.
Helikopter ebeveynlerde en sık görülen tutumlardan biri çocuklarına sorumluluk vermekten kaçınmalarıdır. Çocuklara yaşlarına uygun sorumluluklar verilmesi gerekirken aşırı korumacı davranan anne babalar her şeyi onların yerine yapar. Ortaokul çağındaki çocuğun odasını annesi toplar, okula tek başına gidebilecek bir çocuğu babası okula bırakır, arkadaşlarıyla yaşadıkları en ufak bir sorunda aileler olaya dahil olur. Bu şartlarda büyüyen bir çocuktan da sorumluluk alma ve sorun çözme becerisi geliştirmesi beklenemez.
Mükemmeliyetçidirler ve başarısızlığa tahammülleri yoktur.
Her şeyi çocuklarının yerine yapmayı alışkanlık haline getiren ebeveynler iş okul durumuna ve farklı rekabet ortamlarına gelince mutlak başarı ve galibiyet beklerler. Bekledikleri başarıyı göremediklerinde de öğretmeni suçlamaya meyillidirler. Bu durum, çocuğun yenilgi ve hayal kırıklığıyla sağlıklı bir şekilde başa çıkmayı öğrenememesine neden olur.
Helikopter ebeveynliğin olası sonuçları:
Helikopter ebeveynler tarafından yetiştirilen çocuklar sorumluluk bilinci edinemezler. Bir anne çocuğunun ödevi olup olmadığını öğretmenine sorarak kontrol ettiği sürece o çocuğun ödevini hatırlaması beklenemez.
Kendi sorumluluklarını yerine getirmeyi öğrenemeyen bir çocuk yetişkinlik hayatında da kendi kendine yetme konusunda sorunlar yaşar. Bu da özgüven eksikliği ve kaygı bozukluğu ihtimallerini beraberinde getirir.
Helikopter ebeveynlik yollarının iyi niyet taşlarıyla döşeli olduğunu bilsek de çocukların davranışsal ve duygusal gelişimlerini desteklemek adına zaman zaman olumsuz duygu ve durumları da deneyimlemelerinin önünü açmak gerekiyor.
Kış başlangıçları pek çok kişi için ruhsal iniş çıkışlara gebedir. Bu dönemde kişilerde depresyon benzeri semptomların görülme sıklığı artar. Geçmeyen yorgunluk hissi, uyku problemleri, günlük sorumluluklara karşı isteksizlik, iştahta azalma bu semptomların başında gelir.
Sonbahar depresyonu ya da mevsimsel depresyon olarak adlandırılan bu durumun temel nedeni mevsimsel dönüşlerinin beyin kimyasında yol açtığı değişimlerdir. Gün ışığının azalması, mutluluk hormonu olarak da bilinen serotonin hormonunun salgılanmasını yavaşlatır. Ayrıca, vücudun uyku düzeninden ve biyolojik saatinden sorumlu melatonin hormonu da gündüzler kısaldığında daha yoğun salgılanmaya başlar. Bu da yorgunluk ve halsizliğe neden olur. Bu iki hormonun salgılanmasındaki değişiklikler kimilerinde depresyonu tetikleyebilir.
Mevsimsel depresyonun belirtileri:
Geceleri uyuyamama, sabahları uyanmakta güçlük çekme. Ya da yeterince uyunsa dahi geçmeyen halsizlik ve yorgunluk hissi.
Dikkat eksikliği ve odaklanma problemleri.
Duygusal iniş çıkışlar, normalin dışında yaşanan öfke patlamaları veya ağlama krizleri.
İştahta değişiklikler. İştahın azalması ya da aşırı artması. Şeker ve karbonhidrat oranı yüksek gıdalara yönelim.
Belirli bir nedeni olmayan mutsuzluk hali ve kaygı bozuklukları
Cinsel isteksizlik.
Bu belirtileri 2-3 haftadan uzun süre yaşayan kişiler için mevsimsel depresyon olasılığı mutlaka değerlendirilmelidir. Daha önceden depresyon geçirmiş kişilerin mevsimsel depresyona daha meyilli olacağı da göz ardı edilmemeli ve depresyonun kalıcı olmaması için bir an önce gerekli önlemler alınmalıdır.
Mevsimsel depresyona karşı alınabilecek önlemler:
Hava soğuk bile olsa gün içinde mutlaka dışarı çıkın. Hava kapalı da olsa dışarıda geçireceğiniz yarım saat bile vücudun gün ışığından faydalanmasını sağlayacak ve serotonin üretimini artıracaktır.
Spor yapın. Düzenli egzersiz yapmak vücutta biriken stresin atılmasına yardımcı olur ve enerjiyi artırır.
Beslenmenize özen gösterin. Bu dönemde kendinizi sağlıksız gıdalara yönelmiş bulabilirsiniz. Ancak karbonhidrat ve şeker ağırlıklı beslenmek yorgunluk hissini artıracaktır.
Evden çıkmanın bile zor geldiği zamanlar olacaktır. Ancak bu dönemde sosyalleşmek, sevdiklerinize vakit ayırmak, yeni bir hobi edinmek size iyi gelecektir.
Her şeye rağmen kendi kendinize başa çıkamadığınızı düşünebilirsiniz. Böyle bir durumda profesyonel yardım almaktan çekinmeyin. Mevsimsel depresyon daha ciddi sorunların habercisi olabileceği gibi, zamanında önlem alınmazsa major depresyona dönüşebilir.
Çocuklarla çalışan her eğitimci, her psikolog mutlaka akran zorbalığına şahit olmuştur.
Akran zorbalığı, bir çocuğun yaşıtları tarafından sürekli olarak fiziksel, sözel ya da psikolojik saldırıya maruz kalmasına denir. Okullarda en sık karşılaşılan problemlerden biri olan bu durum, zamanında müdahale edilmediğinde çocukta uzun vadeli psikolojik hasarlara yol açabilir.
Soruna doğru bir şekilde müdahale edebilmek için akran zorbalığını çocuklar arasında yaşanan herhangi bir çatışmadan ayırt etmek önemlidir.
Buradaki en önemli kriter çocuklar arasındaki güç dengesidir. Akran zorbalığına maruz kalan çocuk genelde yaşıtlarından farklı olandır. Fiziksel olarak yaşıtlarından daha çelimsiz ya da daha kilolu olan, saç rengi, ten rengi alışılmışın dışında olan, konuşma bozukluğu olan ya da diğerlerinden farklı bir sosyoekonomik çevreden gelen çocuklar zorbalara daha kolay hedef olurlar. Fiziksel ya da sosyal olarak avantajlı grup diğer grup üzerinde baskı kurar.
Bir diğer kriter ise bu yıkıcı ve hırpalayıcı davranışların süreklilik göstermesidir. Mağdur, aynı çocuk ya da çocuk grubu tarafından sistematik bir şekilde bu davranışlar bütününe maruz kalır.
Başka bir ayırt edici nokta olarak, bu zorbaca davranışların altında rasyonel bir neden görülmez. Yani zorbalık çocuklar arasındaki bir anlaşmazlık sonucu doğmaz. Genelde şaka yollu başlar ve dozajı giderek artar.
Yaş grubu büyüdükçe zorbalık doğrudan fiziksel ya da sözel olarak görülmez, daha karmaşık sosyal ve psikolojik dinamiklerle ilerler. Söz gelimi, görmezden gelme, dışlama gibi davranışlar dışarıdan saldırı gibi gözükmese de maruz kalan açısından yıkıcı sonuçlara yol açabilir. Bu tarz davranışların yetişkinler tarafından fark edilmesi de daha güçtür.
Akran zorbalığı nasıl önlenir?
Akran zorbalığını önlemek için önce akran zorbalığını fark etmek gerekir. Çocuklar zorbalığa maruz kaldıklarını kolayca idrak edemeyebilirler. Kendilerine yapılandan rahatsızlık duysalar da yaşadıkları durumunun adını koyamadıkları için bu durumu ifade etmekte zorlanırlar. Akran zorbalığının ne olduğunu bilen çocuk, maruz kaldığı davranışla daha kolay başa çıkabilir.
Bazen çocuk kendisine yapılanın ne olduğunu fark etse bile bunu dile getirmek istemeyebilir. Ciddiye alınmayacağını, daha fazla alay edileceğini, ispiyonculukla suçlanacağını düşünürse eğer, sessiz kalmayı seçebilir. Bu nedenle çocuğa hem evde, hem okulda kendini ifade edebileceği, hissettiklerini anlatabileceği bir alan sağlamak gerekir.
Çocuğun bir anda okul başarısının düşmesi, okula gitmekte isteksiz davranması, uyku problemleri yaşamaya başlaması bir şeylerin ters gittiğine işarettir. Aile ve öğretmenlerin bu tür durumların farkına varıp işbirliği içinde hareket etmesi ve sorunun kaynağını bulması oldukça önemlidir. Böylece çocuk daha fazla hasar görmeden duruma müdahale edilir.
Madalyonun öteki yüzü
Mesele akran zorbalığı olunca konuyu genelde zorbalığa maruz kalan çocuk açısından değerlendiririz. Oysa bu meselenin bir de zorbalığı yapan çocuk tarafı vardır ve onun da bir çocuk olduğunu göz önüne alarak ona da aynı hassasiyeti göstermek gerekir.
Bir çocuğu zorba davranışlarda bulunmaya iten nedenler genelde aşağıdaki gibi olur:
Aile içinde şiddet ve zorbalığa maruz kalması ve bunu normalleştirmesi
Ailesinden ihtiyacı olan ilgiyi görememenin bir sonucu olarak empati yoksunluğu
Ebeveynlerin sınır koymakta başarısız olmasının yarattığı disiplinsizlik
Düşük özsaygı ve değer görmek için başkalarının üzerinde hakimiyet kurma motivasyonu
Akranları içinde popülerliğini koruma çabası
Daha önce maruz kaldığı zorbaca davranışlardan kaçınmak için güç elde etme isteği
Zorba çocukları bu davranıştan vazgeçirmek
Biliyoruz ki hiçbir çocuk zorba doğmaz. Onları zorbalığa iten nedenleri anlayıp çözdükten sonra olumsuz davranışlarını değiştirmek mümkündür. Aşağıdaki konulara dikkat ederek ve gerekli durumlarda profesyonel destek alarak çocukların akranlarıyla daha sağlıklı ilişkiler kurmasını sağlayabilirsiniz.
Ailesi olarak hemen çocuğu savunmaya geçmek hatadır. Her ne kadar altında yatan sebepler olsa da zorbalık zorbalıktır ve çocuğun bunun savunulacak bir tarafı olmadığını ve bir daha yaparsa bunun doğuracağı sonuçları bilmesi gerekir.
Zorba davranışa aynı şekilde karşılık verdiğiniz takdirde sadece bu davranışı pekiştirmiş olursunuz. Sakinliğinizi koruyarak davranışın neden yanlış olduğunu anlatın.
Çocuğunuzun iyi davranışlarını ve başarılarını takdir edin.
Bazen çocuklar yaptıklarının karşıdakini ne kadar yıprattığını göremezler. Onlara neden oldukları hasarı anlatın, empati kurmalarını sağlayın. İnternette çeşitli kaynaklardan bulabileceğiniz rol değiştirme oyunları zorbalığın hissettirdiklerini anlamalarına yardımcı olabilir.
Evde ve dışarıda iyi bir rol model olun. Çocuklar ebeveynlerin davranışlarını kopyalamaya eğilimlidir. Problem çözmede örnek bir tutum sergiledikçe karşılığını ondan görme olasılığınız çok yüksektir.
Aylar süren heyecan, yapılan hazırlıklar, tatlı telaşlar sonunda bebeğinizi kucağınıza aldınız. Görünürde her şey yolunda olsa da öyle hissetmiyorsunuz. Gelmesini sabırsızlıkla beklediğiniz bebek için hissedeceğinize emin olduğunuz sevgi ve şefkati hissedemiyor, her ne kadar hazırlıklı olduğunuzu sansanız da anneliğin getirdiği yoğun tempoyu kaldıramıyorsunuz. Sürekli ağlamanın eşiğindesiniz, kendinizi yetersiz hissediyorsunuz, uykunuzu alamıyorsunuz ve bebeğinizin ağlamasını bir türlü susturamıyorsunuz.
Öncelikle bilmeniz gereken yalnız olmadığınız. Dünyanın her yerindeki yeni anneler farklı şiddette de olsa bu süreçten geçiyor.
Araştırmalara göre yeni doğum yapmış kadınların yarısından fazlası “postpartum blues” ya da lohusalık hüznü denilen, üzüntü ve kaygı hali, sık sık ağlama ve yakınlarına bağımlılık durumunu yaşıyor. Doğumla birlikte gelişen ani hormonal değişikliklerin, bebek bakımının zorlukları ve getirdiği kaygıların yol açtığı bu durum genelde birkaç hafta içinde kaybolur.
Ancak bazı kadınlar bu durumu daha şiddetli ve daha uzun süre yaşar. Genelde doğumdan hemen sonra değil, birkaç hafta sonra ortaya çıkan belirtiler yaklaşık 1 yıl sürer. Yaklaşık her on kadından birinde görülen bu duruma Doğum Sonrası Depresyon ya da Postpartum Depresyon denir ve hem anne hem bebek açısından tamiri güç sorunlara yol açmaması için erken teşhis ve gerekli durumlarda tedavi çok önemlidir.
Doğum sonrası depresyonun belirtileri:
İsteksizlik, hayattan keyif alamama hali. Anne eskiden keyif aldığı aktivitelerden keyif alamaz duruma gelir. Bu durum doğum sonrası depresyonda dönemsel değil sürekli ve aylar boyunca sürebilir.
Sık sık yaşanan ağlama nöbetleri. Devamlı üzüntülü olma hali lohusalık döneminde de görülür ancak doğum sonrası depresyonda hem daha yoğundur hem de daha uzun sürer.
Kendi özbakımını ihmal etme. Özellikle bebek bakımı görevini tek başına üstlenmek zorunda kalan annelerde özbakımda azalma görülür, bu bir noktaya kadar anlaşılabilir bir durumdur. Ancak doğum sonrası depresyonunda anne kendine vakit ayırabilse bile özbakımını ihmal etmeye eğilimlidir.
Uyku ve yeme bozuklukları. İlk aylarda annenin uyku düzeninin bozulması kaçınılmazdır, ancak bazı vakalarda hiç uyuyamama, sürekli uykulu bir halde bulunma ya da uyusa bile dinlenmiş hissetmeme gibi bozukluklar görülür. Aynı şekilde iştahsızlık ya da aşırı iştah da doğum sonrası depresyon belirtilerindendir.
Yetersizlik hissi ve buna bağlı olarak hissedilen suçluluk duygusu. Bu suçluluk duygusu sadece yetersizlik hissinden kaynaklanabileceği gibi bu his arttıkça annede bebeğe karşı olumsuz düşünceler de gelişebilir.
Ölümle ilgili takıntılı düşünceler. Anne kendi ölümü ya da bebeğinin ölümüne dair normalin üzerinde bir kaygı duyabilir.
İntihar düşüncesi. Depresyonun uç noktada seyrettiği bazı vakalarda anne intihara eğilimli olabilir. Bu aynı zamanda doğum sonrası psikoza da işarettir. Böyle bir durum gözlemlendiğinde hiç vakit kaybetmeden profesyonel ruh sağlığı desteği alınmalıdır.
Kimler risk grubunda?
Her anne adayının doğum sonrası depresyonu yaşama ihtimali vardır. Fakat bazı adayların risk grubunda olduğunu söyleyebiliriz. Aşağıdaki faktörler doğum sonrası depresyon riskini artırabilir.
Daha önce depresyon geçirmiş kişiler
Ailede doğum sonrası depresyon yaşamış kişilerin
Erken ya da çok ileri yaştaki gebelikler; istenmeyen/plansız gebelikler
Geçmişteki cinsel travmalar
Sorunlu ve güvensiz bir evlilik hayatı
Sosyoekonomik sıkıntılar, doğumdan bağımsız gelişen kişisel ya da ailevi problemler
Kısıtlı sosyal çevre ve doğum sonrası anneye yardımcı olabilecek kişilerin eksikliği
Erken ya da travmatik doğum ve/veya bebekteki sağlık sorunları
Bu faktörlerden bir ya da birkaçına sahipseniz profesyonel destek istemeniz hem sizin hem bebeğinizin bu süreci sağlıklı atlatması açısından faydalı olacaktır.
Doğum sonrası depresyon nasıl tedavi edilir?
Doğum sonrası depresyon tedavisi mümkün olan bir hastalıktır. Psikoterapi ve gerekli durumlarda ilaç desteği ile tedavi edilir. Bu süreçte eşin, ailelerin ve sosyal çevrenin desteği önemlidir; ancak böyle bir desteğin olmadığı durumlar da değerlendirilerek süreç ilerletilir. Aynı zamanda annenin kendisiyle ilgili beklentileri ve bu beklentilerin gerçekçiliği üzerinde durulur.
Kişinin kendisine ve yakın çevresine düşen görevler nedir?
Bu zorlu süreçte yapılması gereken en önemli görev annenin kendisine zaman ayırmasını sağlamaktır. Anneliğin ilk aylarında bu imkansız gibi gelse de bebekten bağımsız geçirilecek bir yarım saat bile annenin kendi kendini tamiri için büyük öneme sahiptir.
Bebeğinden ayrı zaman geçirmeyi istemek ve bunu talep etmek bir anneye zor gelebilir, ancak unutulmamalıdır ki annenin mutluluğu demek bebeğin mutluluğu demektir. Kendine zaman ayırabilen bir anne bebeğiyle geçirdiği zamanı da daha verimli ve kaliteli kılacaktır.
Günümüzde annelik ve çocuk bakımıyla ilgili blogların sayısı
giderek artıyor. Bir zamanlar annelerin kendi kişisel deneyimlerini
paylaştıkları bir mecra olan blogların bugün geldiği nokta deneyim paylaşımı ve
dayanışmanın ötesinde bir sektöre dönüştü.
Anneliğin yorucu temposuna ve beklenmedik yönlerine
alışmakta zorlanan yeni annelerin, daha önce bu yollardan geçmiş “deneyimli”
annelerin paylaşımlarından faydalanmasında elbette yanlış bir şey yok. Hatta,
başka pek çok annenin benzer zorluklar yaşadığını görmesi de yaşadığı sıkıntılarla
başa çıkmasını kolaylaştırabilir.
Ancak, bu tarz bloglarda ve sosyal medya hesaplarında
yapılan paylaşımların takipçilerin gözünde bir “uzman görüşü” niteliği taşıması
ne yazık ki yoğun bir bilgi kirliliğini de beraberinde getiriyor. Takipçilerin,
her bir annelik deneyiminin ve anne – çocuk ilişkisinin kendine has olduğunu
göz ardı ederek bu ünlü annelerin anneliklerini taklit etmeye çalışması uzun
vadede hem kendi ruh sağlıkları hem de çocuklarıyla ilişkileri açısından
yıpratıcı olabilir.
Bu durumun zaman içerisinde annenin otantikliğini zedelemesi kaçınılmazdır. Otantiklik, psikolojide
temel kavramlardan biridir. Bireyin günlük hayatında benliğini özgürce ortaya
koyabilmesine, davranış ve ifadelerinin gerçek duygu ve düşünceleriyle paralel
olmasına otantiklik denir. Takdir görmek ya da eleştiriden kaçınmak arzusuyla
kendi içinden geldiği gibi davranamayan bireyler otantiklik düzeyi düşük
bireylerdir. Otantik davranış seviyesi bireyin ruhsal olarak iyi olma halini
belirleyen kriterlerden biridir.
Pek çok araştırma otantik davranış
düzeyi yüksek ebeveynlerin çocuklarının da otantiklik düzeyinin yüksek olduğunu
göstermektedir. Bu da, daha kaliteli bir ebeveyn – çocuk ilişkisine ve ruhsal
olarak daha sağlıklı çocuklara işarettir.
Tüm bunlar sosyal medyadaki her
içeriğin değersiz ya da zararlı olduğu anlamına gelmiyor elbette. Ancak,
annelerin sosyal medyadaki yoğun bilgi akışını takip ederken uzman görüşleriyle
kişisel deneyimleri ayırt edebilmesinin önemi giderek artıyor. Kendi çocuğuyla,
başkalarının değer ve davranışları üzerinden iletişim kurmayan annelerin
çocuklarıyla sağlıklı ilişki geliştirmesi daha kolay olacaktır.
Takip ettiğiniz bloglardan edindiğiniz bilgileri uygulamaya çalışırken birkaç şeye özen göstermeniz yerinde olacaktır. Blogger paylaştığı bilginin kaynağını belirtiyor mu? Kaynak seçimlerinde bilimsellikten yana duruyor mu? Paylaşılan bilgi güncel mi? Zira bilim kendini yalanlayarak ilerler. Ve hepsinden önemlisi: aklınıza yatıyor mu, içinize siniyor mu, size ve ailenize uygun geliyor mu?
Tutumlarımızı değiştirmeyi denemek her daim zorlayıcıdır. Çocuğunuzu ruhsal açıdan kuvvetlendirmek adına değişime açık olmak da anneliğin olağan bir parçasıdır. Doğal olarak değiştireceğiniz şeyler, eksikleriniz, hatalarınız olacak bunları değiştirmek de zor gelecektir. Ancak sosyal medya hesapları üzerine konuştuğumuz her durumda olduğu gibi anne ve çocuk bloglarının da bütünün bir parçasını yansıttığını unutmamak gerekir. “Mükemmel anne” olma çabası yetersizlik duygularına mahkumdur. Kendini yetersiz hisseden bir annenin de çocuğuna hissettirdiği bu duygudan başkası olamaz. Bir parça kendine, hissine, içinden geldiği gibi olmaya güven şart. (
Yeni okul döneminin başladığı bu günler çocuklar için olduğu
kadar aileler için de yeni bir yolculuğun başlangıcı. Okul seçimi, kırtasiye
alışverişi, günlük rutinde değişiklikler derken bu süreç keyifli olduğu kadar endişe
verici de olabiliyor. Kimi çocuk okul dönemini heyecan ve sabırsızlık içinde
beklerken kimisi endişeli ve isteksiz. Özellikle de ilk defa okula başlayacak
çocukların ailelerinin bu dönemde dikkatli adımlar atmaları gerekiyor.
Okula yeni başlayan çocuklarda sıklıkla okula karşı
geliştirilen kaygı, korku ve isteksizlik görülür. İlk defa ailesinden ayrı
zaman geçirecek, evinin güvenli ortamından çıkıp tanımadığı insanların olduğu
bir ortama girecek bir çocuk için bu kaygılar bir yere kadar normaldir.
Bu kaygılı dönemi olabildiğince çabuk ve sancısız atlatmak
için ailelerin psikolojik olarak çocuğu okula hazırlamaları gerekir. Bu
hazırlık sürecinde aşağıdaki konulara dikkat ederek çocuğunuzun endişelerini
yatıştırmaya yardımcı olabilirsiniz:
Çocuğunuzla okulla
ilgili konuşun.
Neden okula gitmesi gerektiğini, okulda onu nelerin
beklediğini, yeni arkadaşlar edineceğini, yeni şeyler öğreneceğini anlatın. Sorularını
dürüstçe ama onu korkutmayacak şekilde yanıtlayın. Okuldaki bazı kuralların
evdekinden farklı olabileceğini, evde nasıl siz varsanız, okulda da öğretmeni
olacağını açıklayın.
Okulu bir korku
unsuru olarak kullanmayın.
“Böyle yaparsan öğretmenin kızar.”, “Bu olursa arkadaşların
seni sevmez.” gibi okulla ilişkilendirebileceği tedirgin edici söylemlerden
uzak durun. Okulla ilgili olumlu konuşun ve olumlu hayaller kurun. Kendi güzel
okul anılarınızı, arkadaşlarınızı, öğretmenlerinizi anlatmak da okul için
heveslenmesini sağlayabilir.
Sizden ayrı zaman
geçirmeye alışmasını sağlayın.
Okula başlama sürecinde özellikle de annesi dışarıda
çalışmayan çocuklar için en radikal değişiklik anneden ayrı geçireceği zaman.
Okul başlamadan önce arkadaş ve akraba ziyaretlerinde sizsiz vakit geçireceği
ortamlar yaratmak onu bu değişikliğe hazırlayacaktır.
İmkanlar dahilindeyse
öğretmeni ve arkadaşlarıyla önceden tanıştırın.
Bazen böyle bir seçenek olmayabilir ancak eğer imkan varsa
okula başlamadan önce öğretmeniyle ve okul arkadaşlarıyla vakit geçirmesini
sağlayın. Öğretmenine ve arkadaşlarına aşina olursa ilk günler kesinlikle daha
sancısız geçecektir. Bu mümkün değilse de başlayacağı okulu önceden ziyaret
etmek, bahçesinde vakit geçirmek okula ısınmasını kolaylaştırabilir.
Okul alışverişine
birlikte çıkın.
Okul alışverişini birlikte keyif alacağınız bir aktiviteye
dönüştürün. Malzemelerin seçiminde onun tercihlerini dikkate alın. Okul
alışverişi sırasında yanınızda olması sizin de okul sürecinin bir parçası
olduğunuzu ve heyecanını paylaştığınızı gösterecektir.
İlk ayrılık anını
dramatikleştirmeyin.
Çocuğunuzun büyüdüğünü ve okula başladığını görmek sizi de
duygulandırabilir elbette. Ama hüznünüz ve gözyaşlarınız onun bu durumu farklı
yorumlamasına yol açabilir. Sıcak ve neşeli bir vedalaşmayla uğurlayın ve okul
çıkışı onu yine bu şekilde karşılayacağınızın sözünü verin. Sonrasında ağlamak
serbest. 🙂
Okulla ilgili
konuşmaya devam edin.
Okulda günün nasıl geçtiğini sorun, arkadaşlarının adını
öğrenin. Okulla ilgili anlattıklarını dinleyin. İlk haftalarda adaptasyon
süreci derslerden daha önemlidir. Derslerde ne öğrenip öğrenmediğiyle ilgili kendisini
kötü hissettirebilecek sorulardan kaçının.
Gerekirse rehber
öğretmenlerden destek alın.
Tüm bunlara rağmen çocuğunuz ilk etapta okula alışmakta
güçlük çekebilir. Sabırlı davranın ve kendi endişelerinizin çocuğa da
yansıyacağını unutmayın. Her çocuğun ritmi farklıdır. Bazı çocuklar
değişikliklere daha kolay uyum sağlarken bazıları daha geç adapte olabilir. Bu
konuda öğretmeniyle diyalog halinde olun ve rehber öğretmenlerden destek
istemekten çekinmeyin.
Adaptasyon sıkıntısı
devam ederse psikoterapi desteği almayı ihmal etmeyin.
Bitmeyen bir adaptasyon süreci ve dindirilemeyen kaygılar
uzun vadede okul fobisine dönüşebilir. Aylar geçtiği halde çocuğunuz okula uyum
sağlamakta zorlanıyorsa sorun kronikleşmeden ve başka sorunlara yol açmadan
uzman psikolog desteği alın.
Anne
babaların çocuklarıyla ilgili en çok kaygılandığı konuların başında ergenlik
geliyor. Gerçekten de ergenlik dönemi hem gencin kendisi, hem de ailesi için
büyük değişimler ve iniş çıkışlar içeren çalkantılı bir dönemdir. Çoğu zaman
sancılı geçen bu dönemde ailelerin bu durumla başa çıkmakta zorlanması
normaldir.
Bu dönemde
gençler bir tür kimlik arayışı ve kendini tanımlama çabası içine girerler. İlgi
alanları değişir, dış görünüşlerine olan ilgileri ve bu konuyla ilgili kaygıları
artar, daha fazla kişisel alana ihtiyaç duyarlar. Hormonların etkisiyle
fiziksel olarak hızlı bir gelişim gösterdikleri gibi değişen duygusal ve sosyal
ihtiyaçlarıyla da mücadele halindedir.
Tüm
bunların tetiklemesiyle etrafındaki yetişkinlerle çatışmalar görülür. Okul ve
derslerle ilgili sorumluklarını yerine getirmemeye, arkadaşlarını ve romantik
ilişkilerini her şeyin önüne koymaya ve asi tavırlar sergilemeye başlarlar. Sık
sık öfke patlamaları, ağlama krizleri, aşırı sosyalleşme çabası ya da tamamen
içine kapanma gibi davranışlar yaşanır.
Aslında bu
çatışma halinin tüm yükünü ergenlere ve ergenliğe atmak doğru değildir. Bu
dönemde pek çok ebeveyn evlatlarının büyümekte olduğu gerçeğini kabul etmekte
zorlanır ve onlara çocuk muamelesi yapmaya devam eder. Seçimlerine ve kişisel
alanına saygı duyulmadığını hisseden bir genç de çözümü kavga etmekte ya da
ailesinden uzaklaşmakta bulur.
Her şeyden
önce ailelerin bunun normal ve geçici bir süreç olduğunun farkında olması ve
ona göre davranması önemlidir. Sorunsuz
ergenlik diye bir şey yoktur. Ebeveynlerin, bunun gelişim sürecinin son ve
biraz karmaşık bir parçası olduğunun bilincinde olması süreci her iki taraf
için de kolaylaştıracaktır.
Ergenlik dönemini
mümkün olduğunca az hasarla atlatmak için aşağıdaki konulara mutlaka dikkat edilmelidir:
Ergenlerle
iletişim kurarken yargılayıcı, küçümseyici, sorgulayıcı ifadelerden kaçının.
Başkalarının
yanında eleştirmemeye, şikayet etmemeye, utandırmamaya özen gösterin.
Düzeltilmesi gereken bir davranışı olduğunu düşünüyorsanız bunu mutlaka
başbaşayken konuşun.
Yaşadığı
sorunları anlamaya çalışın, size önemsiz gelen ufak tefek şeylerin onun için ne
kadar önemli olabileceğini unutmayın.
Yaşıtlarıyla
kıyaslamayın. Kıyaslanmak kendisini yetersiz hissetmesine neden olarak özgüven
problemlerine yol açacaktır.
Kişisel
alanına ve zaman zaman yalnız kalmak istemesine saygı gösterin. Odasını ve
eşyalarını izinsiz karıştırmayın.
Verdiğiniz
sözleri tutun ve planlara sadık kalın. Güvenini kaybederseniz, bir daha
kazanmanız zor olacaktır.
Yaşına
ve ihtiyaçlarına uygun kurallar koyun ve sorumluluklar verin. Ancak unutmayın
ki aynı yaşta olsalar bile her gencin ritmi farklıdır. Birisinin üstesinden
gelebileceği bir sorumluluk, diğerine ağır gelebilir. Çocuğunuzu gözlemleyin ve
beklentilerinizi ona göre ayarlayın.
Bu
dönemde flört ilişkileri normal ve sağlıklıdır. Bu konuda yasakçı ve baskıcı
olmak sizden daha da uzaklaşmasına, yalan söylemesine ya da zor durumda
kaldığında sizden yardım isteyememesine neden olur. Mümkün olduğunca iletişime
açık davranın ancak her şeyi anlatmasını da talep etmeyin, mahremiyetine saygı
duyun.
Cinsellikle
ilgili konuşmaktan utanmayın ve kaçınmayın. İnternetten ya da arkadaş ortamından edindiği kulaktan dolma
bilgiler yanıltıcı olabilir. Konuyla ilgili doğru kaynaklardan bilgi aldığına
emin olun.
Zaman
zaman sınırlarını esneterek yeni şeyler denemesine izin verin, kendini
göstermesine olanak sağlayın.
Tüm
bunlara rağmen ergenliğin getirdiği sorunlarla başa çıkmak güçleşebilir.
İletişim kanallarının tıkandığı, gencin kaygılarının kontrol edilemez bir
noktaya geldiği durumlarda psikolojik destek almak hem ailenin yaşam kalitesini
iyileştirmek, hem de sorunların uzun vadeye yayılmasını ve kronikleşmesini
önlemek adına önemlidir.
Her evlilikte ya da romantik ilişkide zaman zaman çatışmalar
yaşanır. Çatışmalar normaldir, önemli olan bireylerin bu çatışmaları çözme
şeklidir. Fakat bazen gerçek bir çözüme ulaşmamış çatışmalar birikebilir,
taraflardan biri ya da ikisi de uzlaşmaya yanaşmayabilir; böylece işler içinden
çıkılmaz bir hal alabilir.
Böyle durumlarda psikoterapi desteği almak süreci yönetmeye
yardımcı olacaktır. Ancak bu defa da akıllara başka bir soru takılır. Bu
aşamada bireysel terapi mi; yoksa çift terapisi mi daha çok fayda sağlar?
Burada en önemli kriter ilişkide yaşanan sorunların sadece o
ilişkiye özel olup olmadığıdır. Yani, benzer problemleri kişi, hayatın diğer
alanlarında ve farklı sosyal ilişkilerinde de yaşıyorsa bu durum, ilişkinin
kendisinden önce bireye yönelik çalışılması gerektiği anlamına gelir. Bireysel
terapi süreci ilerledikçe ilişkide de iyileşme görülmesi beklenir.
Ancak, yaşanan soruna kişinin hayatının diğer alanlarında
rastlanmıyorsa, sadece romantik ilişkinin kalitesini düşürüyorsa ve her iki
taraf da çözüm arayışı içindeyse çift terapisine başvurulabilir.
Öte yandan, bazen taraflardan biri çift terapisine yanaşmayabilir
ya da seanslar ilerledikçe katılım göstermek istemeyebilir. Böyle durumlarda,
istekli olan tarafla bireysel terapi yürütülebilir. Ancak, çiftlerin birlikte
katılım göstermesi sürecin daha sağlıklı ilerlemesinde etkili olacaktır.
Çift terapisiyle ilgili daha kapsamlı yazım için buraya tıklayabilirsiniz.