Okullarda Akran Zorbalığı ve Madalyonun Öteki Yüzü

Çocuklarla çalışan her eğitimci, her psikolog mutlaka akran zorbalığına şahit olmuştur. 

Akran zorbalığı, bir çocuğun yaşıtları tarafından sürekli olarak fiziksel, sözel ya da psikolojik saldırıya maruz kalmasına denir. Okullarda en sık karşılaşılan problemlerden biri olan bu durum, zamanında müdahale edilmediğinde çocukta uzun vadeli psikolojik hasarlara yol açabilir.

Soruna doğru bir şekilde müdahale edebilmek için akran zorbalığını çocuklar arasında yaşanan herhangi bir çatışmadan ayırt etmek önemlidir. 

Buradaki en önemli kriter çocuklar arasındaki güç dengesidir. Akran zorbalığına maruz kalan çocuk genelde yaşıtlarından farklı olandır. Fiziksel olarak yaşıtlarından daha çelimsiz ya da daha kilolu olan, saç rengi, ten rengi alışılmışın dışında olan, konuşma bozukluğu olan ya da diğerlerinden farklı bir sosyoekonomik çevreden gelen çocuklar zorbalara daha kolay hedef olurlar. Fiziksel ya da sosyal olarak avantajlı grup diğer grup üzerinde baskı kurar.

Bir diğer kriter ise bu yıkıcı ve hırpalayıcı davranışların süreklilik göstermesidir. Mağdur, aynı çocuk ya da çocuk grubu tarafından sistematik bir şekilde bu davranışlar bütününe maruz kalır. 

Başka bir ayırt edici nokta olarak, bu zorbaca davranışların altında rasyonel bir neden görülmez. Yani zorbalık çocuklar arasındaki bir anlaşmazlık sonucu doğmaz. Genelde şaka yollu başlar ve dozajı giderek artar. 

Yaş grubu büyüdükçe zorbalık doğrudan fiziksel ya da sözel olarak görülmez, daha karmaşık sosyal ve psikolojik dinamiklerle ilerler. Söz gelimi, görmezden gelme, dışlama gibi davranışlar dışarıdan saldırı gibi gözükmese de maruz kalan açısından yıkıcı sonuçlara yol açabilir. Bu tarz davranışların yetişkinler tarafından fark edilmesi de daha güçtür. 

Akran zorbalığı nasıl önlenir?

Akran zorbalığını önlemek için önce akran zorbalığını fark etmek gerekir. Çocuklar zorbalığa maruz kaldıklarını kolayca idrak edemeyebilirler. Kendilerine yapılandan rahatsızlık duysalar da yaşadıkları durumunun adını koyamadıkları için bu durumu ifade etmekte zorlanırlar. Akran zorbalığının ne olduğunu bilen çocuk, maruz kaldığı davranışla daha kolay başa çıkabilir.

Bazen çocuk kendisine yapılanın ne olduğunu fark etse bile bunu dile getirmek istemeyebilir. Ciddiye alınmayacağını, daha fazla alay edileceğini, ispiyonculukla suçlanacağını düşünürse eğer, sessiz kalmayı seçebilir. Bu nedenle çocuğa hem evde, hem okulda kendini ifade edebileceği, hissettiklerini anlatabileceği bir alan sağlamak gerekir. 

Çocuğun bir anda okul başarısının düşmesi, okula gitmekte isteksiz davranması, uyku problemleri yaşamaya başlaması bir şeylerin ters gittiğine işarettir. Aile ve öğretmenlerin bu tür durumların farkına varıp işbirliği içinde hareket etmesi ve sorunun kaynağını bulması oldukça önemlidir. Böylece çocuk daha fazla hasar görmeden duruma müdahale edilir.

Madalyonun öteki yüzü

Mesele akran zorbalığı olunca konuyu genelde zorbalığa maruz kalan çocuk açısından değerlendiririz. Oysa bu meselenin bir de zorbalığı yapan çocuk tarafı vardır ve onun da bir çocuk olduğunu göz önüne alarak ona da aynı hassasiyeti göstermek gerekir.

Bir çocuğu zorba davranışlarda bulunmaya iten nedenler genelde aşağıdaki gibi olur:

  • Aile içinde şiddet ve zorbalığa maruz kalması ve bunu normalleştirmesi
  • Ailesinden ihtiyacı olan ilgiyi görememenin bir sonucu olarak empati yoksunluğu
  • Ebeveynlerin sınır koymakta başarısız olmasının yarattığı disiplinsizlik
  • Düşük özsaygı ve değer görmek için başkalarının üzerinde hakimiyet kurma motivasyonu
  • Akranları içinde popülerliğini koruma çabası
  • Daha önce maruz kaldığı zorbaca davranışlardan kaçınmak için güç elde etme isteği

Zorba çocukları bu davranıştan vazgeçirmek

Biliyoruz ki hiçbir çocuk zorba doğmaz. Onları zorbalığa iten nedenleri anlayıp çözdükten sonra olumsuz davranışlarını değiştirmek mümkündür. Aşağıdaki konulara dikkat ederek ve gerekli durumlarda profesyonel destek alarak çocukların akranlarıyla daha sağlıklı ilişkiler kurmasını sağlayabilirsiniz.

  • Ailesi olarak hemen çocuğu savunmaya geçmek hatadır. Her ne kadar altında yatan sebepler olsa da zorbalık zorbalıktır ve çocuğun bunun savunulacak bir tarafı olmadığını ve bir daha yaparsa bunun doğuracağı sonuçları bilmesi gerekir.
  • Zorba davranışa aynı şekilde karşılık verdiğiniz takdirde sadece bu davranışı pekiştirmiş olursunuz. Sakinliğinizi koruyarak davranışın neden yanlış olduğunu anlatın.
  • Çocuğunuzun iyi davranışlarını ve başarılarını takdir edin.
  • Bazen çocuklar yaptıklarının karşıdakini ne kadar yıprattığını göremezler. Onlara neden oldukları hasarı anlatın, empati kurmalarını sağlayın. İnternette çeşitli kaynaklardan bulabileceğiniz rol değiştirme oyunları zorbalığın hissettirdiklerini anlamalarına yardımcı olabilir.
  • Evde ve dışarıda iyi bir rol model olun. Çocuklar ebeveynlerin davranışlarını kopyalamaya eğilimlidir. Problem çözmede örnek bir tutum sergiledikçe karşılığını ondan görme olasılığınız çok yüksektir.

Doğum Sonrası Depresyon


Aylar süren heyecan, yapılan hazırlıklar, tatlı telaşlar sonunda bebeğinizi kucağınıza aldınız. Görünürde her şey yolunda olsa da öyle hissetmiyorsunuz. Gelmesini sabırsızlıkla beklediğiniz bebek için hissedeceğinize emin olduğunuz sevgi ve şefkati hissedemiyor, her ne kadar hazırlıklı olduğunuzu sansanız da anneliğin getirdiği yoğun tempoyu kaldıramıyorsunuz. Sürekli ağlamanın eşiğindesiniz, kendinizi yetersiz hissediyorsunuz, uykunuzu alamıyorsunuz ve bebeğinizin ağlamasını bir türlü susturamıyorsunuz.

Öncelikle bilmeniz gereken yalnız olmadığınız. Dünyanın her yerindeki yeni anneler farklı şiddette de olsa bu süreçten geçiyor. 

Araştırmalara göre yeni doğum yapmış kadınların yarısından fazlası “postpartum blues” ya da lohusalık hüznü denilen, üzüntü ve kaygı hali, sık sık ağlama ve yakınlarına bağımlılık durumunu yaşıyor. Doğumla birlikte gelişen ani hormonal değişikliklerin, bebek bakımının zorlukları ve getirdiği kaygıların yol açtığı bu durum genelde birkaç hafta içinde kaybolur.

Ancak bazı kadınlar bu durumu daha şiddetli ve daha uzun süre yaşar. Genelde doğumdan hemen sonra değil, birkaç hafta sonra ortaya çıkan belirtiler yaklaşık 1 yıl sürer. Yaklaşık her on kadından birinde görülen bu duruma Doğum Sonrası Depresyon ya da Postpartum Depresyon denir ve hem anne hem bebek açısından tamiri güç sorunlara yol açmaması için erken teşhis ve gerekli durumlarda tedavi çok önemlidir.

Doğum sonrası depresyonun belirtileri:

  • İsteksizlik, hayattan keyif alamama hali. Anne eskiden keyif aldığı aktivitelerden keyif alamaz duruma gelir. Bu durum doğum sonrası depresyonda dönemsel değil sürekli ve aylar boyunca sürebilir.
  • Sık sık yaşanan ağlama nöbetleri. Devamlı üzüntülü olma hali lohusalık döneminde de görülür ancak doğum sonrası depresyonda hem daha yoğundur hem de daha uzun sürer.
  • Kendi özbakımını ihmal etme. Özellikle bebek bakımı görevini tek başına üstlenmek zorunda kalan annelerde özbakımda azalma görülür, bu bir noktaya kadar anlaşılabilir bir durumdur. Ancak doğum sonrası depresyonunda anne kendine vakit ayırabilse bile özbakımını ihmal etmeye eğilimlidir.
  • Uyku ve yeme bozuklukları. İlk aylarda annenin uyku düzeninin bozulması kaçınılmazdır, ancak bazı vakalarda hiç uyuyamama, sürekli uykulu bir halde bulunma ya da uyusa bile dinlenmiş hissetmeme gibi bozukluklar görülür. Aynı şekilde iştahsızlık ya da aşırı iştah da doğum sonrası depresyon belirtilerindendir.
  • Yetersizlik hissi ve buna bağlı olarak hissedilen suçluluk duygusu. Bu suçluluk duygusu sadece yetersizlik hissinden kaynaklanabileceği gibi bu his arttıkça annede bebeğe karşı olumsuz düşünceler de gelişebilir.
  • Ölümle ilgili takıntılı düşünceler. Anne kendi ölümü ya da bebeğinin ölümüne dair normalin üzerinde bir kaygı duyabilir. 
  • İntihar düşüncesi. Depresyonun uç noktada seyrettiği bazı vakalarda anne intihara eğilimli olabilir. Bu aynı zamanda doğum sonrası psikoza da işarettir. Böyle bir durum gözlemlendiğinde hiç vakit kaybetmeden profesyonel ruh sağlığı desteği alınmalıdır.

Kimler risk grubunda?

Her anne adayının doğum sonrası depresyonu yaşama ihtimali vardır. Fakat bazı adayların risk grubunda olduğunu söyleyebiliriz. Aşağıdaki faktörler doğum sonrası depresyon riskini artırabilir.

  • Daha önce depresyon geçirmiş kişiler
  • Ailede doğum sonrası depresyon yaşamış kişilerin 
  • Erken ya da çok ileri yaştaki gebelikler; istenmeyen/plansız gebelikler
  • Geçmişteki cinsel travmalar
  • Sorunlu ve güvensiz bir evlilik hayatı
  • Sosyoekonomik sıkıntılar, doğumdan bağımsız gelişen kişisel ya da ailevi problemler
  • Kısıtlı sosyal çevre ve doğum sonrası anneye yardımcı olabilecek kişilerin eksikliği
  • Erken ya da travmatik doğum ve/veya bebekteki sağlık sorunları

Bu faktörlerden bir ya da birkaçına sahipseniz profesyonel destek istemeniz hem sizin hem bebeğinizin bu süreci sağlıklı atlatması açısından faydalı olacaktır.

Doğum sonrası depresyon nasıl tedavi edilir?

Doğum sonrası depresyon tedavisi mümkün olan bir hastalıktır. Psikoterapi ve gerekli durumlarda ilaç desteği ile tedavi edilir. Bu süreçte eşin, ailelerin ve sosyal çevrenin desteği önemlidir; ancak böyle bir desteğin olmadığı durumlar da değerlendirilerek süreç ilerletilir. Aynı zamanda annenin kendisiyle ilgili beklentileri ve bu beklentilerin gerçekçiliği üzerinde durulur.

Kişinin kendisine ve yakın çevresine düşen görevler nedir?

Bu zorlu süreçte yapılması gereken en önemli görev annenin kendisine zaman ayırmasını sağlamaktır. Anneliğin ilk aylarında bu imkansız gibi gelse de bebekten bağımsız geçirilecek bir yarım saat bile annenin kendi kendini tamiri için büyük öneme sahiptir. 

Bebeğinden ayrı zaman geçirmeyi istemek ve bunu talep etmek bir anneye zor gelebilir, ancak unutulmamalıdır ki annenin mutluluğu demek bebeğin mutluluğu demektir. Kendine zaman ayırabilen bir anne bebeğiyle geçirdiği zamanı da daha verimli ve kaliteli kılacaktır.

Annelikte Otantiklik ve Blogger Annelerle İlişkinizin Otantikliğe Etkisi

Günümüzde annelik ve çocuk bakımıyla ilgili blogların sayısı giderek artıyor. Bir zamanlar annelerin kendi kişisel deneyimlerini paylaştıkları bir mecra olan blogların bugün geldiği nokta deneyim paylaşımı ve dayanışmanın ötesinde bir sektöre dönüştü.

Anneliğin yorucu temposuna ve beklenmedik yönlerine alışmakta zorlanan yeni annelerin, daha önce bu yollardan geçmiş “deneyimli” annelerin paylaşımlarından faydalanmasında elbette yanlış bir şey yok. Hatta, başka pek çok annenin benzer zorluklar yaşadığını görmesi de yaşadığı sıkıntılarla başa çıkmasını kolaylaştırabilir.

Ancak, bu tarz bloglarda ve sosyal medya hesaplarında yapılan paylaşımların takipçilerin gözünde bir “uzman görüşü” niteliği taşıması ne yazık ki yoğun bir bilgi kirliliğini de beraberinde getiriyor. Takipçilerin, her bir annelik deneyiminin ve anne – çocuk ilişkisinin kendine has olduğunu göz ardı ederek bu ünlü annelerin anneliklerini taklit etmeye çalışması uzun vadede hem kendi ruh sağlıkları hem de çocuklarıyla ilişkileri açısından yıpratıcı olabilir.

Bu durumun zaman içerisinde annenin otantikliğini zedelemesi kaçınılmazdır. Otantiklik, psikolojide temel kavramlardan biridir. Bireyin günlük hayatında benliğini özgürce ortaya koyabilmesine, davranış ve ifadelerinin gerçek duygu ve düşünceleriyle paralel olmasına otantiklik denir. Takdir görmek ya da eleştiriden kaçınmak arzusuyla kendi içinden geldiği gibi davranamayan bireyler otantiklik düzeyi düşük bireylerdir. Otantik davranış seviyesi bireyin ruhsal olarak iyi olma halini belirleyen kriterlerden biridir.

Pek çok araştırma otantik davranış düzeyi yüksek ebeveynlerin çocuklarının da otantiklik düzeyinin yüksek olduğunu göstermektedir. Bu da, daha kaliteli bir ebeveyn – çocuk ilişkisine ve ruhsal olarak daha sağlıklı çocuklara işarettir.

Tüm bunlar sosyal medyadaki her içeriğin değersiz ya da zararlı olduğu anlamına gelmiyor elbette. Ancak, annelerin sosyal medyadaki yoğun bilgi akışını takip ederken uzman görüşleriyle kişisel deneyimleri ayırt edebilmesinin önemi giderek artıyor. Kendi çocuğuyla, başkalarının değer ve davranışları üzerinden iletişim kurmayan annelerin çocuklarıyla sağlıklı ilişki geliştirmesi daha kolay olacaktır.

Takip ettiğiniz bloglardan edindiğiniz bilgileri uygulamaya çalışırken birkaç şeye özen göstermeniz yerinde olacaktır. Blogger paylaştığı bilginin kaynağını belirtiyor mu? Kaynak seçimlerinde bilimsellikten yana duruyor mu? Paylaşılan bilgi güncel mi? Zira bilim kendini yalanlayarak ilerler. Ve hepsinden önemlisi: aklınıza yatıyor mu, içinize siniyor mu, size ve ailenize uygun geliyor mu?

Tutumlarımızı değiştirmeyi denemek her daim zorlayıcıdır. Çocuğunuzu ruhsal açıdan kuvvetlendirmek adına değişime açık olmak da anneliğin olağan bir parçasıdır. Doğal olarak değiştireceğiniz şeyler, eksikleriniz, hatalarınız olacak bunları değiştirmek de zor gelecektir. Ancak sosyal medya hesapları üzerine konuştuğumuz her durumda olduğu gibi anne ve çocuk bloglarının da bütünün bir parçasını yansıttığını unutmamak gerekir. “Mükemmel anne” olma çabası yetersizlik duygularına mahkumdur. Kendini yetersiz hisseden bir annenin de çocuğuna hissettirdiği bu duygudan başkası olamaz. Bir parça kendine, hissine, içinden geldiği gibi olmaya güven şart. (

Bireysel Terapi mi? Çift Terapisi mi?

Her evlilikte ya da romantik ilişkide zaman zaman çatışmalar yaşanır. Çatışmalar normaldir, önemli olan bireylerin bu çatışmaları çözme şeklidir. Fakat bazen gerçek bir çözüme ulaşmamış çatışmalar birikebilir, taraflardan biri ya da ikisi de uzlaşmaya yanaşmayabilir; böylece işler içinden çıkılmaz bir hal alabilir.

Böyle durumlarda psikoterapi desteği almak süreci yönetmeye yardımcı olacaktır. Ancak bu defa da akıllara başka bir soru takılır. Bu aşamada bireysel terapi mi; yoksa çift terapisi mi daha çok fayda sağlar?

Burada en önemli kriter ilişkide yaşanan sorunların sadece o ilişkiye özel olup olmadığıdır. Yani, benzer problemleri kişi, hayatın diğer alanlarında ve farklı sosyal ilişkilerinde de yaşıyorsa bu durum, ilişkinin kendisinden önce bireye yönelik çalışılması gerektiği anlamına gelir. Bireysel terapi süreci ilerledikçe ilişkide de iyileşme görülmesi beklenir.

Ancak, yaşanan soruna kişinin hayatının diğer alanlarında rastlanmıyorsa, sadece romantik ilişkinin kalitesini düşürüyorsa ve her iki taraf da çözüm arayışı içindeyse çift terapisine başvurulabilir.

Öte yandan, bazen taraflardan biri çift terapisine yanaşmayabilir ya da seanslar ilerledikçe katılım göstermek istemeyebilir. Böyle durumlarda, istekli olan tarafla bireysel terapi yürütülebilir. Ancak, çiftlerin birlikte katılım göstermesi sürecin daha sağlıklı ilerlemesinde etkili olacaktır.

Çift terapisiyle ilgili daha kapsamlı yazım için buraya tıklayabilirsiniz.

Çift Terapisi Nedir?


Aile ve çift terapisi ilişkilerde yaşanan çatışmaların çözümlenmesini, ilişkilerin onarılmasını ve güçlendirilmesini amaçlayan bir terapi çalışmasıdır. Sadece evli çiftlerin değil, partnerlerin ya da evlilik hazırlığı aşamasındaki çiftlerin de sıklıkla başvurduğu bir yöntemdir. Terapist, çiftlerin iletişimlerini göz önüne alarak terapiyi çiftle birlikte ya da ayrı seanslarda yürütebilir.

Çift terapisine neden başvurulur?

  • Eşler arasındaki çatışmalarda uzlaşma sağlanamaması
  • Aynı sorunların tekrar tekrar gündeme gelmesi
  • Eşler arasındaki iletişimsizlik, ifade problemleri ve öfke kontrol eksikliği
  • Eşlerin kendilerini ilişkide hapsolmuş ve sıkışmış hissetmesi
  • Eşlerin birbirini yeterince desteklememesi ve kendilerini yalnız hissetmeleri
  • İlişkideki güven problemleri ve sadakatsizlik sorunları
  • Ailelerin çiftlerin ilişkisine müdahalesi ve bu konuda gerekli sınırların çizilmemesi
  • Eşlerin birbirine karşı ve çocuklarla ilgili sorumluluklarını yerine getirmemesi
  • Cinsel problemler

Yukarıdaki maddelerin biri ya da birkaçı başgösterdiğinde sorun iyice kronikleşmeden çift terapisine başvurulması atılması gereken ilk adımdır. Çift terapisi ancak iki taraf da çözüme istekli ve bu konuda birlikte çalışmaya gönüllü olduğunda maksimum faydayı sağlar.

Problemleri TERAPİSTİNİZ çözmez.

Terapist bu süreçte kimin haklı kimin haksız olduğunu belirleyecek bir hakim ya da arabulucu değil, sağlıklı bir iletişim kurulmasına yardımcı olan bir moderatör konumundadır. Terapi süreci eşlerin iletişimini güçlendirerek sorunlarını kendi aralarında, sağlıklı ve kalıcı bir şekilde çözüme kavuşturmalarını hedefler. Önemli olan süreç boyunca iki tarafın da hatalarını kabul etme, sorunları uzlaşmacı bir şekilde dile getirme, sorun odaklı değil; çözüm odaklı yaklaşma pratiği kazanmasıdır.

Çift terapisinde değişim tek taraflı değil; karşılıklıdır.

Çift terapisinde eşlerde sorunu kendinde değil sadece karşı tarafta görme durumu yaygındır. Oysa, çoğu ilişkide hatalar, tavırlar ve sorunlar karşılıklıdır. Bir tarafın olumsuz bir davranışı diğer tarafta başka bir olumsuz davranış doğurur. Bu nedenle çift terapisine başlayan kişilerin bunun farkında olması ve sorumluluğu sürekli karşı tarafa atmaktan vazgeçmesi önemlidir.

Çift terapisinin amacı ilişkiyi ya da evliliği kurtarmayı amaçlamaz.

İlişkiyi sürdürülebilir kılmak elbette öncelikli niyettir. Ancak, bazen yaşanan sorunların altında eşlerin farklı bakış açıları, değişmeyecek ya da değiştirmek istemedikleri kişilik özellikleri ve/veya uzlaşmaya yanaşmadıkları konular çıkabilir. Böyle bir durumda ilişkiyi sağlıklı bir şekilde sonlandırmak üzerine çalışılır. Terapist gerekli gördüğü durumlarda varsa çiftin çocuklarını da sürece dahil edebilir. Terapistin çalışma yöntemine göre çocukları kendisi görebilir yahut iş birliği içinde olduğu bir çocuk terapistine yönlendirebilir. Çift terapisinin ayrılıkla sonuçlanması çiftin ya da terapinin başarısız olduğu anlamına gelmez.

Eşlerden biri terapiye yanaşmazsa süreç diğer eşle başlatılabilir.

Çift terapisinden maksimum verimin alınabilmesi için her iki tarafın da gönüllü olarak terapi sürecine katılması idealdir. Ancak bazen eşlerden biri gerekli bulmama, çözüm bulunacağına inanmama ve suçlanma kaygısı gibi nedenlerle terapiye yanaşmayabilir.

Böyle durumlarda, eşlerden terapiye istekli olanı sürece başlar ve diğer tarafın terapiye olan tutumunu değiştirme yolları konuşulur. Bazen diğer eş seansa sadece izleyici olarak katılır ve zamanla terapide aktif olarak rol almaya başlar. Bu yaklaşım terapistin çalışma çerçevesine göre farklılık gösterebilir. Her iki taraf da terapi sürecine istekli ve hazır olduğunda farklı bir terapistle birlikte yeni bir başlangıç yapılabilir. Sürece birlikte mi yoksa yeni bir terapistle mi devam edileceğine çift ve terapist birlikte karar verirler.

Terapiste Gidenlere Nasıl Yaklaşmalı?


Ne yazık ki toplumumuzda psikoterapistlerin ve psikoterapi desteği alanların halen önyargıyla karşılaştığı oluyor. Psikologlar için bir meslek yasasının yokluğunun bu alanı sömürüye açık hale getirmesi de bu önyargıları besliyor.

Bu alanda emek gösteren ruh sağlığı çalışanlarının ve onlardan psikoterapi hizmeti alan kişilerin bu çabalarından maksimum fayda sağlayabilmeleri için danışanlara yönelik bazı söylemlerden kaçınmak gerekiyor.

“Toparlan artık, çoluğuna çocuğuna / eşine / anne babana yazık.”

Zaten kendisini iyi hissetmeyen, bu konuda yardım alma ihtiyacı duymuş birine, sevdiklerini zor durumda bırakma imasında bulunarak suçlu hissetmesine neden olmak ne yazık ki süreci uzatmaktan başka bir işe yaramıyor.

“X yazarının Y kitabı var. Mutlaka oku, çok iyi gelecek.”

Psikoloji alanında bireylere fayda sağlamaya yönelik pek çok yayın ve program olduğu doğru. Ancak bu yayınlar ağırlıklı olarak teorik bilgiler içerdiği için ruhsal sıkıntı yaşayan kişilerin bu tür yayınlardan alacağı fayda kısıtlıdır.

Yaşanan sıkıntılar benzer olsa bile herkesin bununla mücadele etme şekli farklıdır. Bir insanın ruh sağlığı herhangi bir kitaba emanet edilemeyeceği gibi, birisine fayda sağlamış bir şey başkasına iyi gelmeyebilir.

“Hepsi kafanda bitiyor, biliyorsun değil mi?”

İçinde bulunduğu ruh haliyle başa çıkamayan birine “Hepsi kafanda bitiyor.” demek kişinin kendisini yetersiz hissetmesiyle birlikte sorunlarını iyice içinden çıkılmaz bir hale getirecektir. Bazen psikoterapiye giden birine kafanda bitiyor demek dişçiye giden birine bunu söylemek kadar abesle iştigal etmektir. Desteğe ihtiyacı olduğunu farketmek bir içgörü gerektirir ve yardım talep etmeyi bilmek de bir beceridir.

“Abartıyorsun bence, beterin beteri var.”

Elbette beterin beteri var. Ancak, nasıl grip olunca, daha kötü hastalıklar da ver diyerek tedavi olmamazlık etmiyorsak, psikolojik rahatsızlıkları da küçümsememeliyiz. Nasıl ki fiziksel yaralar gerekli bakımı görmezse iltihaplanır ve başa daha büyük dertler açarsa; ruhsal yaralarımızın da bakımı ertelendikçe baş etmesi güç hale gelir.

“Her şeyin var, daha ne istiyorsun?”

Toplumumuzda psikolojik sorunlar yaygın bir şekilde maddi sıkıntılar ve çevresel travmalarla özdeşleştirilir, bu tarz problemlere sahip olmayanların yaşadığı ruhsal sorunlar da “şımarlıklık” ve “tatminsizlik” olarak yorumlanır.

Çevresel faktörlerin pek çok psikolojik hastalıkta tetikleyici olabileceği doğrudur ancak bu, hali vakti yerinde insanların psikolojik yardıma ihtiyaç duymayacağı anlamına gelmez. Her bireyin yaşadıkları kendine özgüdür ve psikolojik sorunlarının altında gözle görülmeyen nedenler yatabilir.

“İnsan içine çık biraz.”

İnsan içine çıkmak her zaman kötü bir tavsiye değildir. Ancak bazı psikolojik sorunlar bireyin dış dünyayla iletişim kurmasını zorlaştırır. Böyle birisini sosyal ilişkiye zorlamak daha fazla sorunu beraberinde getireceğinden kişiyi çözümden uzaklaştırabilir. Bu kişileri sosyalleşmeye zorlamamak, yalnız kalma isteklerine saygı göstermek, kendilerini dışarı çıkmaya hazır hissettiklerinde ise cesaretlendirici olmak faydalı olacaktır.

Çekingen Değil, İçe Dönük.


Her ebeveyn, büyüdüğünde kendi ayakları üzerinde durabilecek, iletişim becerileri kuvvetli, özgüven sahibi ve en önemlisi mutlu bireyler yetiştirmek ister. Sosyalliğin, girişkenliğin ve liderlik becerilerinin başarının anahtarı olarak görüldüğü günümüzde ebeveynlerin sıkça kaygılandığı bir konu var: Acaba çocuğum çok mu içine kapanık? Dışarıdaki dünyayla baş edemiyor mu? Neden bu kadar az konuşuyor? Neden yalnız oynamayı tercih ediyor? Yoksa yaşıtlarıyla iletişim kuramıyor mu?

Aslında aynı durum yetişkinler için de geçerli. Pek çok insan kalabalık ortamları sevmeyen, az arkadaşı olan, az konuşan kişileri “tuhaf” bulmaya eğilimli. Sosyalleşmeyi seven, yeni tanıştığı insanlarla kolayca iletişim kuran, herhangi bir konuda fikrini beyan etmekten çekinmeyen insanlar daha doğal olarak daha çok dikkat çekiyor ve toplum tarafından takdir görüyor.

Oysa bu, böyle davranmayan insanların yeteneksiz ya da asosyal oldukları anlamına gelmiyor. Hepimiz içe dönük ve dışa dönük kişilik yapıları arasında uzanan yelpazenin bir noktasında konumlanırız. Sosyal ortamlar kimimiz için enerji depolama alanıyken, kimimiz için enerji harcamak anlamına gelir. Tek başına vakit geçirmek kimimiz için sıkıcı ve bunaltıcıyken, kimimiz için eşsiz bir üretkenlik fırsatıdır.

Çocuklar için de mesele farklı değildir. Bazı çocuklar yaşıtlarıyla kolayca kaynaşır, yeni ortamlara rahatça adapte olurken, bazıları için yeni arkadaşlıklar kurmak zaman ve güven ister. Böyle çocukların zaten genelde az ve öz arkadaşları vardır.

Neden bazı çocuklar dışa dönükken, bazıları içe dönük?

Bu durum genelde basit bir nörobiyolojik farklılıktan kaynaklanır. Dışa dönük çocukların (ya da yetişkinlerin) sinir sistemi etraftaki uyaranlara daha az tepki verirken içe dönüklerin sinir sistemi ise dışarıda olup bitene daha çok tepki verir. Bu nedenle bol uyaranlı kalabalık ve gürültülü ortamlar içe dönükler için çok yorucu olabilir.

İçe dönük Çocukların Özellikleri

İçe dönük olmak sanıldığı gibi çocuk açısından bir dezavantaj değildir. İçe dönük çocuklarda sıkça görülen pek çok özellik onlara mutlu ve başarılı bir birey olmanın yolunu açar.

  • İçe dönük çocuklar oyun oynarken de, ödev yaparken de tedbiri elden bırakmaz, gereksiz riskler almazlar. Düşüncelerini dile getirmeden önce ince eleyip sık dokurlar.
  • Başkalarının düşünceleriyle çok az ilgilenirler. Bağımsız bir yapıları vardır.
  • Yaygın kanının aksine konuşmayı severler. Ama sadece sevdikleri konularda. İlgi alanlarına girmeyen konularda yüzeysel de olsa konuşma ihtiyacı hissetmezler.
  • Herkesle arkadaşlık etmeyebilirler ama arkadaşlarıyla kurdukları ilişki dışa dönük çocuklarınkine kıyasla daha derindir.
  • İyi bir gözlemci ve dinleyicidirler. Empati yetenekleri de buna bağlı olarak gelişir. Karşısındakinin duygularını anlamak konusunda genelde dışa dönük yaşıtlarından daha iyilerdir.

İçe dönük çocuğa nasıl yaklaşmalı?

Her ne kadar yukarıdaki davranış özellikleri onları güçlü ve özel kılsa da dışa dönüklüğün “normal” ve “olması gereken” olarak algılandığı bir ortamda içe dönük çocuklar kendilerini kolayca yetersiz ve dışlanmış hissedebilirler. Bu algının önüne geçmek için ebeveynlere ve öğretmenlere önemli bir iş düşmektedir.

Her şeyden önce yetişkinler içe dönük karakterli çocuğu utangaç ya da pasif olarak etiketlemekten kaçınmalıdır. Uzun süre bu etikete maruz kalan çocuğun zamanla bunu içselleştirmesi ve kendisinde bir sorun olduğunu düşünmesi kaçınılmazdır. Bir çocuk elbette utangaç olabilir, ancak utangaçlık bir kişilik özelliği değil; daha çok yargılanma korkusudur. Utangaçlığını yenen çocuk kendi kişilik yapısına uygun davranışlar sergilemeye başlayacaktır.

İçe dönük çocuklara yönelik yapılan bir diğer hata onları istemedikleri ortamlarda bulunmaya ve dışa dönük davranmaya zorlamaktır. Yıl sonu gösterisinde başrolü almak istemeyen çocuğu buna zorlamak telafisi güç özgüven hasarlarına neden olabilir. Aynı şekilde, zoraki arkadaşlıklar kurdurmak başkalarıyla iletişim kurmaktan hepten kaçınmasına yol açabilir.

İçe dönük çocukların dışa dönük dünyada kendilerinden ödün vermeden var olmalarını sağlamanın en önemli adımlarından biri de okullardan geçiyor. Başarının kim daha çok parmak kaldırdı, kim daha çok tahtaya kalktı gibi kriterlerle ölçüldüğü bir eğitim modelinde içe dönük çocukların öğretmenler tarafından tembel ve derslere ilgisiz olarak yorumlandığına sık rastlıyoruz. Oysa aktif katılım yerine derse olan ilgiye odaklanıldığında içe dönük çocuklarla dışa dönük çocukların akademik başarı açısından farklı olmadığını görmek mümkün.

İçe dönük çocuklar duygularını yansıtma konusunda daha ketum olabilir. Ancak bu, onların da kendi içinde öfke ve üzüntü gibi duyguları hissetmedikleri anlamına gelmiyor elbette. Ebeveynlerin bu konuda çocuğu gözlemlemesi, gerekirse oyunlar ve drama aracılığıyla çocuğun duygularını dışa vurmasına yardımcı olması gerekiyor.

Son olarak, her ne kadar dünya dışa dönük bireylerin lehine işliyormuş gibi görünse de bir insanın mutlu ve başarılı olması onun kendi kişilik yapısına uygun yaşayabiliyor olmasına paraleldir. İçe dönüklük kişiyi mutsuzluğa götürmez ancak kendi kişilik yapısıyla barışık olmamak ve kendini olduğundan farklı davranmaya zorlamak götürür. Bu durum kişilik yelpazesindeki her nokta için geçerlidir.

Klinik Psikolog Deniz Ağar Ofisi Açılış Kokteyli

Klinik Psikolog ve Psikoterapist Deniz Ağar, Kükürtlü’deki yeni terapi merkezinin açılışı için ruh sağlığı profesyonelleri, hekimler ve yakınlarının katıldığı şık bir davet düzenledi.

Misafirleriyle yakından ilgilenen Deniz Ağar’ın Oylum Sitesi’ndeki yeni kliniğinin açılışına çok sayıda davetli katıldı. Açılış kurdelasını 26.dönem Bursa milletvekili Dr. Ceyhun İrgil ve duayen Dr. Vasıf Atabey ile birlikte kesen Ağar, yaptığı konuşmada bu mutlu gününde kendisini yalnız bırakmayıp heyecanını paylaşan tüm dostlarına teşekkür ederken, desteklerini esirgemeyen Ağar ve Acararıcın ailelerine minnetlerini sundu.

Ms hastaları için psikoterapi projesini yürütüyor

Lisans ve yüksek lisans eğitimi boyunca TÜBİTAK Bilim İnsanı Bursu alan Ağar bugüne kadar çeşitli kurum ve STK’larda çok sayıda danışanla çalıştı, psikolojik değerlendirme ve danışmanlık hizmeti verdi. Şu anda da nörolog hekimler Dr. Ali Özhan Sıvacı,  Dr. Meral Seferoğlu ve Multipl Skleroz Derneği ile birlikte “Ms Hastaları için Psikoterapi Desteği” projesini yürütüyor.

Çocuk kitabı yazıyor

Lisans eğitimini Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde, yüksek lisans eğitimini ise Bahçeşehir ve Arel Üniversitesi’nde tamamlayan Deniz Ağar, kliniğinde bireysel psikoterapi, çocuk ve ergen terapisi, grup terapileri, çift ve aile danışmanlığı ile psikolojik test çalışmaları yapıyor. Şimdiye kadar alanıyla ilgili üç kitap çeviren ve bir çocuk kitabına danışmanlık yapmış olan genç psikolog şu sıralar yeni bir çocuk kitabı yazmak için hazırlıklarını sürdürüyor.

Haberin detayları için linki tıklayabilirsiniz.

Hiperaktivite Doğru Tanı(m) Olmayabilir

Son yıllarda çocuklara konulan Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite tanısının hızla arttığını gözlemliyoruz. Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite (DEHB) çocukluk çağında en sık rastlanan psikolojik bozukluklardan olsa da, uzmanlar tarafından yanlış tanı konmuş vakaların sayısı da hiç de az değil.

Hiperaktivite tanısı nasıl konur?

Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) çocukluk döneminde rastlanan dikkat dağınıklığı, aşırı hareketlilik ve dürtüsellik, yani şartların gerektirdiklerini göz önüne almadan ve sonuçlarını hesaba katmadan davranma durumuna denir. Dikkat dağınıklığı, aşırı hareketlilik ve dürtüsellik DEHB’nin üç temel belirtisidir.

Ancak, bu belirtileri gösteren bir çocuğa DEHB teşhisi koymadan önce göz önüne alınması gereken başka kriteler de var.

  • Çocuk bu davranışları sürekli ve tüm ortamlarda mı gerçekleştiriyor? Yoksa zaman zaman ya da sadece belli şartlar da mı hiperaktif davranışlar geliştiriyor?
  • Çocukta gözlemlenen dikkat eksikliği ve odaklanma sorunu bulunduğu yaş grubundan beklenen seviyenin gerçekten üzerinde mi?
  • Hiperaktif davranışın ve dikkat eksikliğinin altında çevresel faktörler yatıyor olabilir mi? Ya da başka duygusal bozukluklar, öğrenme güçlükleri bu davranışa yol açıyor olabilir mi?

Doğru tanı için uzmanın tüm bu kriterleri değerlendirerek çocuğun ailesi ve öğretmenleriyle işbirliği halinde çalışması gerekmektedir.

Yanlış tanı nelere yol açar?

Her şeyden önce yanlış tanı problemli davranışın altında yatan gerçek sorunu görmeyi ve buna yönelik çözüm aramayı engeller.

Örneğin, çevresel şartlardan ötürü (ailevi sorunlar, travmatik bir deneyim vs.) davranış bozukluğu geliştiren çocuğa konulan DEHB tanısı ve uygulanan tedavi yöntemleri, çocuğun içinde bulunduğu şartlar iyileştirilmediği sürece etkili olmayacaktır.

Öte yandan, kimi durumlarda ilaç desteği de gerektiren DEHB, tanı doğru olmadığında çocuğa gereksiz ve yanlış ilaç verilmesine bile neden olabilir.

Ailelere ne düşüyor?

Aileler, her şeyden önce her çocuğun dönemsel olarak hiperaktif davranışlar sergileyebileceğinin farkında olmalıdır. Burada önemli olan, çocuğun davranışının nedenini bulmak ve ona uygun bir çözüm geliştirmektir.

Ayrıca, her yaş grubunun odaklanma süresinin farklı olduğunun da bilincinde olmak gerekir. Örneğin, 3 yaşındaki bir çocuğun bir oyuncakla 5 dakika oynayıp sıkılması yetişkinlere kısa bir süre gibi gelse de bu yaş grubu çin 5 dakikalık odaklanma becerisi gayet normaldir.

Sonuç olarak, çocuğun gösterdiği her beklenmedik davranışın hiperaktivite olarak yorumlamaması, ancak hiperaktif davranışın ve dikkat eksikliğinin sürekli ve yaşıtlardan farklı ilerlediği gözlemlendiğinde bir uzmana danışılması en sağlıklı seçenek olacaktır.

Kaygı Bozukluğunu Yenmek için

Kaygı, kişinin dışarıdan gelen tehditlere karşı verdiği ruhsal ve fiziksel tepkidir. Nefes alış verişi artar, kalp atışı hızlanır. Bu durum aslında herkesin zaman zaman yaşadığı normal; hatta sağlıklı bir durumdur. Günlük yaşamda sorunlarla baş edebilmek için tetikte olmamızı sağlar.

Ancak kaygı bozukluğu farklı bir durumdur. Kaygı, kişinin günlük rutini aksatacak bir sürekliliğe ve yoğunluğa sahipse kaygı bozukluğu olasılığı mutlaka göz önüne alınmalıdır.

Kaygı bozukluğunun başlıca belirtileri

  • Kaygının, durumun ciddiyetine kıyasla daha şiddetli olması
  • En az 6 aylık bir dönem boyunca sürekli yaşanması
  • Kişinin iş/okul ya da sosyal hayatını, aile yaşantısını olumsuz etkilemesi.
  • Kişinin kaygı yaratabilecek ortamlardan sakınması, kalabalık ortamlardan uzak durması, tek başına dışarı çıkamaması vs.

Bu belirtilerden biri ya da birkaçının gözlemlenmesi halinde atılacak ilk adım alanında uzman bir psikolog ya da psikiyatra başvurmak olmalıdır.

Kaygı bozukluğu nasıl tedavi edilir?

Kaygı bozukluğu tedavisi olan bir hastalıktır. Psikoterapi ve gerekli durumlarda ilaç desteği danışanın kaygılarıyla kolayca başa çıkabilecek duruma gelmesine yardımcı olur.

Bilişsel davranışçı terapi yöntemi ile kaygı bozukluğunun altında yatan nedenler incelenir, kaygıya neden olan olumsuz düşünceler giderilir. Terapi sürecinde, nefes egzersizleri, stresle baş etme yöntemleri gibi pratiklerle bireyler kaygı yaratan durumlara karşı güçlendirilir ve süreç sonunda danışan kaygılarıyla başa çıkabilecek hale gelir.

Kaygı bozukluklarında genetik yatkınlığın da payı olabileceği gibi kalabalık şehir hayatı, yoğun iş temposu, öğrenciler için sınav maratonları da tetikleyici olabilir. Bireylerin yaşam kalitesinin olumsuz etkilenmemesi ve uzun vadede farklı sorunlara yol açmaması için kaygı bozukluğu belirtileri baş gösterdiğinde vakit kaybetmeden uzman desteği almak en doğru seçenek olacaktır.