Blog

Çift Terapisi Nedir?


Aile ve çift terapisi ilişkilerde yaşanan çatışmaların çözümlenmesini, ilişkilerin onarılmasını ve güçlendirilmesini amaçlayan bir terapi çalışmasıdır. Sadece evli çiftlerin değil, partnerlerin ya da evlilik hazırlığı aşamasındaki çiftlerin de sıklıkla başvurduğu bir yöntemdir. Terapist, çiftlerin iletişimlerini göz önüne alarak terapiyi çiftle birlikte ya da ayrı seanslarda yürütebilir.

Çift terapisine neden başvurulur?

  • Eşler arasındaki çatışmalarda uzlaşma sağlanamaması
  • Aynı sorunların tekrar tekrar gündeme gelmesi
  • Eşler arasındaki iletişimsizlik, ifade problemleri ve öfke kontrol eksikliği
  • Eşlerin kendilerini ilişkide hapsolmuş ve sıkışmış hissetmesi
  • Eşlerin birbirini yeterince desteklememesi ve kendilerini yalnız hissetmeleri
  • İlişkideki güven problemleri ve sadakatsizlik sorunları
  • Ailelerin çiftlerin ilişkisine müdahalesi ve bu konuda gerekli sınırların çizilmemesi
  • Eşlerin birbirine karşı ve çocuklarla ilgili sorumluluklarını yerine getirmemesi
  • Cinsel problemler

Yukarıdaki maddelerin biri ya da birkaçı başgösterdiğinde sorun iyice kronikleşmeden çift terapisine başvurulması atılması gereken ilk adımdır. Çift terapisi ancak iki taraf da çözüme istekli ve bu konuda birlikte çalışmaya gönüllü olduğunda maksimum faydayı sağlar.

Problemleri TERAPİSTİNİZ çözmez.

Terapist bu süreçte kimin haklı kimin haksız olduğunu belirleyecek bir hakim ya da arabulucu değil, sağlıklı bir iletişim kurulmasına yardımcı olan bir moderatör konumundadır. Terapi süreci eşlerin iletişimini güçlendirerek sorunlarını kendi aralarında, sağlıklı ve kalıcı bir şekilde çözüme kavuşturmalarını hedefler. Önemli olan süreç boyunca iki tarafın da hatalarını kabul etme, sorunları uzlaşmacı bir şekilde dile getirme, sorun odaklı değil; çözüm odaklı yaklaşma pratiği kazanmasıdır.

Çift terapisinde değişim tek taraflı değil; karşılıklıdır.

Çift terapisinde eşlerde sorunu kendinde değil sadece karşı tarafta görme durumu yaygındır. Oysa, çoğu ilişkide hatalar, tavırlar ve sorunlar karşılıklıdır. Bir tarafın olumsuz bir davranışı diğer tarafta başka bir olumsuz davranış doğurur. Bu nedenle çift terapisine başlayan kişilerin bunun farkında olması ve sorumluluğu sürekli karşı tarafa atmaktan vazgeçmesi önemlidir.

Çift terapisinin amacı ilişkiyi ya da evliliği kurtarmayı amaçlamaz.

İlişkiyi sürdürülebilir kılmak elbette öncelikli niyettir. Ancak, bazen yaşanan sorunların altında eşlerin farklı bakış açıları, değişmeyecek ya da değiştirmek istemedikleri kişilik özellikleri ve/veya uzlaşmaya yanaşmadıkları konular çıkabilir. Böyle bir durumda ilişkiyi sağlıklı bir şekilde sonlandırmak üzerine çalışılır. Terapist gerekli gördüğü durumlarda varsa çiftin çocuklarını da sürece dahil edebilir. Terapistin çalışma yöntemine göre çocukları kendisi görebilir yahut iş birliği içinde olduğu bir çocuk terapistine yönlendirebilir. Çift terapisinin ayrılıkla sonuçlanması çiftin ya da terapinin başarısız olduğu anlamına gelmez.

Eşlerden biri terapiye yanaşmazsa süreç diğer eşle başlatılabilir.

Çift terapisinden maksimum verimin alınabilmesi için her iki tarafın da gönüllü olarak terapi sürecine katılması idealdir. Ancak bazen eşlerden biri gerekli bulmama, çözüm bulunacağına inanmama ve suçlanma kaygısı gibi nedenlerle terapiye yanaşmayabilir.

Böyle durumlarda, eşlerden terapiye istekli olanı sürece başlar ve diğer tarafın terapiye olan tutumunu değiştirme yolları konuşulur. Bazen diğer eş seansa sadece izleyici olarak katılır ve zamanla terapide aktif olarak rol almaya başlar. Bu yaklaşım terapistin çalışma çerçevesine göre farklılık gösterebilir. Her iki taraf da terapi sürecine istekli ve hazır olduğunda farklı bir terapistle birlikte yeni bir başlangıç yapılabilir. Sürece birlikte mi yoksa yeni bir terapistle mi devam edileceğine çift ve terapist birlikte karar verirler.

Kardeş Kıskançlığıyla Başa Çıkma Yöntemleri


Kardeş kıskançlığı birden fazla çocuğun olduğu hemen her evde yaşanan, ebeveynlerin de sıklıkla yakındığı sorunlardan biri.

Oysa hepimizin zaman zaman hissettiği bir duygu olan kıskançlıkla biz yetişkin halimizle bile kolayca baş edemezken bunu çocuklardan beklememiz ne kadar doğru?

Her şeyden önce, bir anda ailesinin ilgi ve sevgisini, kendi kişisel alanını kardeşiyle paylaşmak zorunda kalan bir çocuğun bu duruma duygusal, hatta bazen fiziksel tepki vermesinin doğal olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Elbette, bunun doğal bir süreç olduğunu kabul etmek bu sorunu göz ardı edebileceğimiz anlamına gelmemeli.

İlk aylar sizi yanıltmasın.

Bazen çocuklar, günün büyük bölümünü uyuyarak geçiren kardeşlerini tehdit olarak algılamazlar. Ama bu, hep böyle olacağı anlamına da gelmez. Ne zaman ki küçük kardeş beşiğinden çıkıp büyüğün alanına ortak olmaya başlar, kıskançlık belirtileri de o zaman baş gösterebilir.

Bazen küçük kardeş de kıskanır.

Kardeş kıskançlığı genellikle büyük kardeşin, yeni doğanı kıskanması şeklinde karşımıza çıksa da, kimi durumlarda küçük kardeşler de büyüklerin yaşı nedeniyle sahip olduğu ayrıcalıkları kıskanabilir.

———————————————-

Çocukların kardeş kıskançlığıyla baş edebilmesini kolaylaştırmanın yolu bu kıskançlığın altında yatan nedeni anlamaktan geçiyor.

Kardeş kıskançlığının nedenleri:

Kardeş kıskançlığının başlıca nedeni, o ana kadar anne babasının tüm ilgisini üzerinde hisseden çocuğun kardeşinin doğumuyla birlikte yaşadığı ikinci plana atılma kaygısıdır. Hamileliğin ilerleyen aylarından doğum sonrasındaki ilk birkaç boyunca annenin odağının yeni gelen bebekte olması çocuktaki bu kaygıyı pekiştirir. Tüm bu süreçte hem annesinde hem de evdeki rutinde gördüğü değişikliklerden kaygılanan çocuk, tüm bu olan bitenden kardeşini sorumlu tutar.

Kimi zaman çocuk, kardeşli düzene adapte olmaya çalışırken bazı tanıdıkların düşüncesizce söylemlerine maruz kalır. “Kardeşin sana hiç benzemiyor.”dan “Kardeşin gelince senin pabucun dama atıldı.”ya kadar uzanan bu sözde şakalar çocuğun kardeşine dair olumsuz hislerini pekiştirebilir.

Kardeş kıskançlığının belirtileri:

Kardeş kıskançlığı sıklıkla, önceden görülmeyen hırçın davranışlarla kendini belli eder. Kendisine gösterilen ilginin azalmasından korkan çocuk şımarıkça davranışlar sergileyerek, inatlaşarak ailesinin sevgisini sınar.

Çoğu zaman bu hırçınlıktan küçük kardeş de nasibini alır. Uyuyan kardeşi uyandırması, elinden zorla oyuncağını alması, bazen kasıtlı olarak canını yakmaya çalışması bu duruma örnek gösterilebilir.

Kimi zaman ise, aslında geride bıraktığı bebeklik dönemi alışkanlıklarına geri dönerek, deyim yerindeyse kardeşinden rol çalarak anne babasından artık göremediği ilgiyi geri kazanmayı umar. Bu dönemde, tuvalet alışkanlığı kazandığı halde tekrar altını ıslatmaya başlayabilir, emziği bıraktığı halde emzik ya da biberon isteyebilir, parmak emme alışkanlığı geliştirebilir, bebek gibi konuşmaya başlayabilir.

Kardeş kıskançlığının nasıl önüne geçilir?

Her ne kadar büyüme sürecinin doğal bir parçası olsa da, kardeş kıskançlığının çocuklarda kalıcı bir hasar bırakmadan atlatılması için ebeveynlerin alması gereken belli başlı önlemler var.

  • Hamilelik süresince ön hazırlık yapın.

Çocuğa bir kardeş geleceğini uygun bir dille anlatın ve bu fikre alışması için ona zaman. Bu dönemde çocukla bol bol konuşarak, kardeşinin de ilk zamanlar tıpkı kendi bebekliğinde olduğu gibi annesinin bakımına muhtaç olacağı, bunun artık kendisini daha az sevdikleri anlamına gelmediğini anlatın.

Bunları anlatırken bebek odasını ve eşyalarını hazırlama sürecine onu da dâhil ederek bu heyecana ortak olmasını sağlamak ve böylece dışlanma kaygısının önüne geçmek iyi bir fikir olabilir.

  • Eski rutinleri devam ettirin.

Bebeğin doğumuyla birlikte büyük kardeşin günlük rutininde radikal değişiklikler yapmaktan kaçının. Örneğin, uyumadan önce beraber masal okumak gibi bir rutin varsa bunu sürdürün ki çocuk kendisinin artık önemsenmediğini düşünmesin. Bu noktada çocuğun bakımına yardımcı olan diğer kişiler arasındaki iş bölümünü sağlayın.

  • İnkâr etmek yerine anlayış gösterin.

Ne kadar özen gösterirseniz gösterin çocuğunuz bir noktada yine de kendini yalnız ya da değersiz hissedebilir. Böyle bir şeyi dile getirdiğinde inkâr etmek ve aksine ikna etmeye çalışmak yerine neden bu şekilde düşündüğünü sorun. Altında yatan nedeni anlayıp onu düzeltin.

  • Kıyaslamayın, taraf tutmayın, müdahale etmeyin.

Kardeşleri birbiriyle kıyaslamaktan kaçının. Her birinin farklı bireyler olduğunu ve yaş farkları ne olursa olsun çocuk olduklarını unutmayın. “Sen abisin/ablasın.” “Ya da o büyüktür, yapar” gibi ifadeler kardeşlerin rekabet duygularını besleyebilir.

Sorunlarını kendi aralarında çözmeye teşvik edin. Kendi aralarındaki çatışmalara, fiziksel bir kavgaya dönmediği sürece karışmayın.

  • Eşit değil adil davranın.

Pek çok ebeveyn bir çocuğa bir şey alırken diğerine de aynısını almanın, ikisine de aynı şekilde davranmanın eşitliği sağlayacağını düşünür. Oysa her çocuğun ihtiyacı farklıdır. Bazı çocukların duygusal ihtiyaçları daha yoğun olabilir. Böyle bir çocuğa özel ilgi göstermek ayrımcılık anlamına gelmeyecektir.

  • Kardeşler arası paylaşımı ve dayanışmayı teşvik edin, ancak zorlamayın.

Kendi aralarında iş bölümü yapmalarına olanak sağlayacak oyunlar kurun, maddi manevi paylaşımda bulunmaları konusunda yönlendirici olun, ancak bu davranışları dayatmayın. Örneğin büyük kardeşin oyuncağını küçük olana verirken büyüğün fikrini almayı ihmal etmeyin.

  • Oyun terapisi desteğini göz önüne alın.

Kardeş kıskançlığı nedeniyle ilişkilerin çıkmaza girdiği noktalarda çocuklarla oyun terapisi yardımıyla sorunun altında yatan neden tespit edilebilir ve bu kıskançlığın kronikleşip uzun vadeli sonuçları olan bir davranış bozukluğuna evrilmesinin önüne geçilebilir.

Psikoterapiye Başlarken Bilinmesi Gerekenler


Yoğun tempolu bir hayat, tatmin edilemeyen beklentiler, yaşadığımız ya da şahit olduğumuz duygusal travmalar, sorunlu ilişkiler… Çoğumuzun hayatında, ilerleyemediğimizi hissettiğimiz, tıkandığımız, baş edemediğimizi farkettiğimiz sorunlarla yüz yüze kaldığımız dönemler olmuştur. Böyle dönemlerde bir profesyonelden destek alma fikri her zaman iyi bir seçenektir.

Psikoterapi, bireylerin duygusal ya da davranışsal sorunlarını, kaynağına inerek azaltan ya da çözümleyen, böylece onların yaşam kalitelerini yükseltmeyi amaçlayan tekniklerin bütünüdür. Süreç, danışan ve psikoterapist işbirliğiyle, danışanın sorunları üzerine çalışılarak ilerler.

Eğer, bir uzmandan yardım almaya karar verdiyseniz, aşağıdaki konuları önceden bilmeniz sürecin daha hızlı ve sağlıklı ilerlemesine yardımcı olacaktır.

Psikoterapistiniz size ne yapmanız gerektiğini, neyin doğru olduğunu söylemez.

Psikoterapist, bu süreçte daha çok yol arkadaşı gibidir. Size doğru sorular sorarak kendinizi keşfetmenize yardımcı olur. Bu noktada siz ne kadar açık ve istekli olursanız süreç o kadar kolaylaşır. Ancak, “Peki, ben şimdi ne yapayım?” sorusuna psikoterapist yanıt vermez, vermemelidir.

Psikoterapi, siz ihtiyaç duyduğunuz süre boyunca devam eder.

“3 seansta kesin çözüm!” gibi söylemlerin psikoterapi dünyasında yeri yoktur. Psikoterapinin ne zaman sonlanacağına terapist ve danışan birlikte karar verirler. Bu süreç birkaç ay sürebileceği gibi birkaç yıl da sürebilir. Dolayısıyla, birkaç seansta aradığı çözümü bulamayanlara sabırlı olmaları önerilir. Ayrıca, danışanının artık psikoterapiye ihtiyaç duymadığını fark ettiği anda süreci sonlandırmak konusunda psikoterapi etiği açısından terapist sorumludur.

Psikoterapide ilaç kullanımı şart değildir, ancak gerekli durumlarda önerilebilir.

Psikiyatrlar dışındaki ruh sağlığı çalışanlarının ilaç yazma yetkisi yoktur. Ancak danışanın durumuna göre, terapisti uygun gördüğü takdirde, ilaç için bir psikiyatriste yönlendirebilirler. Psikiyatristler, üniversitelerin tıp fakültelerinden mezun olup bu alanda uzmanlaşmış tıp doktorlarıdır. Dolayısıyla ilaç yazma yetkileri vardır. Her psikoterapi ilaç tedavisi gerektirmez. Bu nedenle, psikoterapiye ilaç talebiyle gitmek yerine, terapistle bu durumu konuşarak onun yönlendirmelerini almak en doğrusu olacaktır.

Psikoterapi boyunca konuşulanlar kesinlikle gizli kalır.

Bu, psikoterapi etiğinin en temel maddelerinden biridir. Ancak, çocuklarla yapılan terapilerde, terapistin gerekli gördüğü durumlarda çocuğun da bilgisi dâhilinde aileye bilgi verilebilir. Ayrıca, terapistlerin kendi gelişimleri için aldığı süpervizyon denilen görüşmelerde hocalarıyla konuşup onlardan yönlendirme alabilirler. Bu da kesinlikle psikoterapist ve süpervizör arasında kalır ve farklı yerlere taşınmaz.

Psikoterapistinizi değiştirebilirsiniz.

Eğer ilerleyen seanslar sonucunda hala psikoterapinin size fayda sağlamadığını düşünüyorsanız, psikoterapistinizle doğru bir frekans yakalayamadığınız kanısındaysanız ya da psikoterapistinizle aranızda bir güven zedelenmesi oluşmuşsa terapiyi sonlandırabilirsiniz. Ancak unutmamanız gerekir ki, terapi boyunca konuşulan konuların zorluğu da psikoterapistinizle olan ilişkinize bakışınızı etkiler  ve bu arzunuz kendinize karşı bir sabotaj olabilir. Psikoterapi medyada yaratılan algının aksine “modunuzu yükseltmez” çoğunlukla zorlu konuların gündemde olduğu uzun ve sancılı bir süreçtir. bu süreçte dönem dönem danışanda kaçmak ve sıkıntılı meselelerle uğraşmaya son vermek isteği uyanması olağandır, bu hislerinizi açıkça terapistinizle paylaşmak verimi artıran bir hamle olacaktır.  Bu nedenle, bu kararı vermeden önce birkaç seans daha beklemek faydalı olacaktır.

Ayrıca, kısa aralıklarla, çok sayıda psikoterapist değiştirmiş bir danışanın durumu da ayrıca ele alınmalı, danışanın geçmiş deneyimleri, güven ve bağlanma temaları açısından ele alınarak sürekli ve tutarlı ilişkiler kurma konusunda danışan için bir kendini keşif süreci başlayabililir.

Psikoterapistinizle seanslar harici görüşemezsiniz.

Bu da psikoterapinin bir diğer etik kuralıdır. Tıpkı doktor-hasta ilişkisinde olduğu gibi psikoterapistler de danışanlarıyla danışan-terapist ilişkisi dışında bir ilişki kurmazlar, seanslar dışında ya da psikoterapi sonlansa dahi ilişkilerini devam ettirmezler.

Tüm bu farkındalıkla h bir terapi süreci hem danışan hem terapist açısından çok daha sağlıklı ilerleyecektir.

Terapiste Gidenlere Nasıl Yaklaşmalı?


Ne yazık ki toplumumuzda psikoterapistlerin ve psikoterapi desteği alanların halen önyargıyla karşılaştığı oluyor. Psikologlar için bir meslek yasasının yokluğunun bu alanı sömürüye açık hale getirmesi de bu önyargıları besliyor.

Bu alanda emek gösteren ruh sağlığı çalışanlarının ve onlardan psikoterapi hizmeti alan kişilerin bu çabalarından maksimum fayda sağlayabilmeleri için danışanlara yönelik bazı söylemlerden kaçınmak gerekiyor.

“Toparlan artık, çoluğuna çocuğuna / eşine / anne babana yazık.”

Zaten kendisini iyi hissetmeyen, bu konuda yardım alma ihtiyacı duymuş birine, sevdiklerini zor durumda bırakma imasında bulunarak suçlu hissetmesine neden olmak ne yazık ki süreci uzatmaktan başka bir işe yaramıyor.

“X yazarının Y kitabı var. Mutlaka oku, çok iyi gelecek.”

Psikoloji alanında bireylere fayda sağlamaya yönelik pek çok yayın ve program olduğu doğru. Ancak bu yayınlar ağırlıklı olarak teorik bilgiler içerdiği için ruhsal sıkıntı yaşayan kişilerin bu tür yayınlardan alacağı fayda kısıtlıdır.

Yaşanan sıkıntılar benzer olsa bile herkesin bununla mücadele etme şekli farklıdır. Bir insanın ruh sağlığı herhangi bir kitaba emanet edilemeyeceği gibi, birisine fayda sağlamış bir şey başkasına iyi gelmeyebilir.

“Hepsi kafanda bitiyor, biliyorsun değil mi?”

İçinde bulunduğu ruh haliyle başa çıkamayan birine “Hepsi kafanda bitiyor.” demek kişinin kendisini yetersiz hissetmesiyle birlikte sorunlarını iyice içinden çıkılmaz bir hale getirecektir. Bazen psikoterapiye giden birine kafanda bitiyor demek dişçiye giden birine bunu söylemek kadar abesle iştigal etmektir. Desteğe ihtiyacı olduğunu farketmek bir içgörü gerektirir ve yardım talep etmeyi bilmek de bir beceridir.

“Abartıyorsun bence, beterin beteri var.”

Elbette beterin beteri var. Ancak, nasıl grip olunca, daha kötü hastalıklar da ver diyerek tedavi olmamazlık etmiyorsak, psikolojik rahatsızlıkları da küçümsememeliyiz. Nasıl ki fiziksel yaralar gerekli bakımı görmezse iltihaplanır ve başa daha büyük dertler açarsa; ruhsal yaralarımızın da bakımı ertelendikçe baş etmesi güç hale gelir.

“Her şeyin var, daha ne istiyorsun?”

Toplumumuzda psikolojik sorunlar yaygın bir şekilde maddi sıkıntılar ve çevresel travmalarla özdeşleştirilir, bu tarz problemlere sahip olmayanların yaşadığı ruhsal sorunlar da “şımarlıklık” ve “tatminsizlik” olarak yorumlanır.

Çevresel faktörlerin pek çok psikolojik hastalıkta tetikleyici olabileceği doğrudur ancak bu, hali vakti yerinde insanların psikolojik yardıma ihtiyaç duymayacağı anlamına gelmez. Her bireyin yaşadıkları kendine özgüdür ve psikolojik sorunlarının altında gözle görülmeyen nedenler yatabilir.

“İnsan içine çık biraz.”

İnsan içine çıkmak her zaman kötü bir tavsiye değildir. Ancak bazı psikolojik sorunlar bireyin dış dünyayla iletişim kurmasını zorlaştırır. Böyle birisini sosyal ilişkiye zorlamak daha fazla sorunu beraberinde getireceğinden kişiyi çözümden uzaklaştırabilir. Bu kişileri sosyalleşmeye zorlamamak, yalnız kalma isteklerine saygı göstermek, kendilerini dışarı çıkmaya hazır hissettiklerinde ise cesaretlendirici olmak faydalı olacaktır.

Çekingen Değil, İçe Dönük.


Her ebeveyn, büyüdüğünde kendi ayakları üzerinde durabilecek, iletişim becerileri kuvvetli, özgüven sahibi ve en önemlisi mutlu bireyler yetiştirmek ister. Sosyalliğin, girişkenliğin ve liderlik becerilerinin başarının anahtarı olarak görüldüğü günümüzde ebeveynlerin sıkça kaygılandığı bir konu var: Acaba çocuğum çok mu içine kapanık? Dışarıdaki dünyayla baş edemiyor mu? Neden bu kadar az konuşuyor? Neden yalnız oynamayı tercih ediyor? Yoksa yaşıtlarıyla iletişim kuramıyor mu?

Aslında aynı durum yetişkinler için de geçerli. Pek çok insan kalabalık ortamları sevmeyen, az arkadaşı olan, az konuşan kişileri “tuhaf” bulmaya eğilimli. Sosyalleşmeyi seven, yeni tanıştığı insanlarla kolayca iletişim kuran, herhangi bir konuda fikrini beyan etmekten çekinmeyen insanlar daha doğal olarak daha çok dikkat çekiyor ve toplum tarafından takdir görüyor.

Oysa bu, böyle davranmayan insanların yeteneksiz ya da asosyal oldukları anlamına gelmiyor. Hepimiz içe dönük ve dışa dönük kişilik yapıları arasında uzanan yelpazenin bir noktasında konumlanırız. Sosyal ortamlar kimimiz için enerji depolama alanıyken, kimimiz için enerji harcamak anlamına gelir. Tek başına vakit geçirmek kimimiz için sıkıcı ve bunaltıcıyken, kimimiz için eşsiz bir üretkenlik fırsatıdır.

Çocuklar için de mesele farklı değildir. Bazı çocuklar yaşıtlarıyla kolayca kaynaşır, yeni ortamlara rahatça adapte olurken, bazıları için yeni arkadaşlıklar kurmak zaman ve güven ister. Böyle çocukların zaten genelde az ve öz arkadaşları vardır.

Neden bazı çocuklar dışa dönükken, bazıları içe dönük?

Bu durum genelde basit bir nörobiyolojik farklılıktan kaynaklanır. Dışa dönük çocukların (ya da yetişkinlerin) sinir sistemi etraftaki uyaranlara daha az tepki verirken içe dönüklerin sinir sistemi ise dışarıda olup bitene daha çok tepki verir. Bu nedenle bol uyaranlı kalabalık ve gürültülü ortamlar içe dönükler için çok yorucu olabilir.

İçe dönük Çocukların Özellikleri

İçe dönük olmak sanıldığı gibi çocuk açısından bir dezavantaj değildir. İçe dönük çocuklarda sıkça görülen pek çok özellik onlara mutlu ve başarılı bir birey olmanın yolunu açar.

  • İçe dönük çocuklar oyun oynarken de, ödev yaparken de tedbiri elden bırakmaz, gereksiz riskler almazlar. Düşüncelerini dile getirmeden önce ince eleyip sık dokurlar.
  • Başkalarının düşünceleriyle çok az ilgilenirler. Bağımsız bir yapıları vardır.
  • Yaygın kanının aksine konuşmayı severler. Ama sadece sevdikleri konularda. İlgi alanlarına girmeyen konularda yüzeysel de olsa konuşma ihtiyacı hissetmezler.
  • Herkesle arkadaşlık etmeyebilirler ama arkadaşlarıyla kurdukları ilişki dışa dönük çocuklarınkine kıyasla daha derindir.
  • İyi bir gözlemci ve dinleyicidirler. Empati yetenekleri de buna bağlı olarak gelişir. Karşısındakinin duygularını anlamak konusunda genelde dışa dönük yaşıtlarından daha iyilerdir.

İçe dönük çocuğa nasıl yaklaşmalı?

Her ne kadar yukarıdaki davranış özellikleri onları güçlü ve özel kılsa da dışa dönüklüğün “normal” ve “olması gereken” olarak algılandığı bir ortamda içe dönük çocuklar kendilerini kolayca yetersiz ve dışlanmış hissedebilirler. Bu algının önüne geçmek için ebeveynlere ve öğretmenlere önemli bir iş düşmektedir.

Her şeyden önce yetişkinler içe dönük karakterli çocuğu utangaç ya da pasif olarak etiketlemekten kaçınmalıdır. Uzun süre bu etikete maruz kalan çocuğun zamanla bunu içselleştirmesi ve kendisinde bir sorun olduğunu düşünmesi kaçınılmazdır. Bir çocuk elbette utangaç olabilir, ancak utangaçlık bir kişilik özelliği değil; daha çok yargılanma korkusudur. Utangaçlığını yenen çocuk kendi kişilik yapısına uygun davranışlar sergilemeye başlayacaktır.

İçe dönük çocuklara yönelik yapılan bir diğer hata onları istemedikleri ortamlarda bulunmaya ve dışa dönük davranmaya zorlamaktır. Yıl sonu gösterisinde başrolü almak istemeyen çocuğu buna zorlamak telafisi güç özgüven hasarlarına neden olabilir. Aynı şekilde, zoraki arkadaşlıklar kurdurmak başkalarıyla iletişim kurmaktan hepten kaçınmasına yol açabilir.

İçe dönük çocukların dışa dönük dünyada kendilerinden ödün vermeden var olmalarını sağlamanın en önemli adımlarından biri de okullardan geçiyor. Başarının kim daha çok parmak kaldırdı, kim daha çok tahtaya kalktı gibi kriterlerle ölçüldüğü bir eğitim modelinde içe dönük çocukların öğretmenler tarafından tembel ve derslere ilgisiz olarak yorumlandığına sık rastlıyoruz. Oysa aktif katılım yerine derse olan ilgiye odaklanıldığında içe dönük çocuklarla dışa dönük çocukların akademik başarı açısından farklı olmadığını görmek mümkün.

İçe dönük çocuklar duygularını yansıtma konusunda daha ketum olabilir. Ancak bu, onların da kendi içinde öfke ve üzüntü gibi duyguları hissetmedikleri anlamına gelmiyor elbette. Ebeveynlerin bu konuda çocuğu gözlemlemesi, gerekirse oyunlar ve drama aracılığıyla çocuğun duygularını dışa vurmasına yardımcı olması gerekiyor.

Son olarak, her ne kadar dünya dışa dönük bireylerin lehine işliyormuş gibi görünse de bir insanın mutlu ve başarılı olması onun kendi kişilik yapısına uygun yaşayabiliyor olmasına paraleldir. İçe dönüklük kişiyi mutsuzluğa götürmez ancak kendi kişilik yapısıyla barışık olmamak ve kendini olduğundan farklı davranmaya zorlamak götürür. Bu durum kişilik yelpazesindeki her nokta için geçerlidir.

MS Hastaları için Psikoterapi Desteği Projesi

Bursa Multipl Skleroz Derneği, Klinik Psikolog Deniz Ağar,
nörolog hekimler Dr. Ali Özhan Sıvacı ve Dr. Meral Seferoğlu işbirilği ile hayata geçirilen MS Hastaları için Psikoterapi Desteği projesi Klinik Psikolog Deniz Ağar ofisi ev sahipliğinde sürüyor.

Proje nörolojik ve psikolojik test uygulamalarını, bireysel terapiler ve grup terapilerini kapsıyor ve Klinik Psikolog Deniz Ağar tarafından yürütülüyor.

Klinik Psikolog Deniz Ağar Ofisi Açılış Kokteyli

Klinik Psikolog ve Psikoterapist Deniz Ağar, Kükürtlü’deki yeni terapi merkezinin açılışı için ruh sağlığı profesyonelleri, hekimler ve yakınlarının katıldığı şık bir davet düzenledi.

Misafirleriyle yakından ilgilenen Deniz Ağar’ın Oylum Sitesi’ndeki yeni kliniğinin açılışına çok sayıda davetli katıldı. Açılış kurdelasını 26.dönem Bursa milletvekili Dr. Ceyhun İrgil ve duayen Dr. Vasıf Atabey ile birlikte kesen Ağar, yaptığı konuşmada bu mutlu gününde kendisini yalnız bırakmayıp heyecanını paylaşan tüm dostlarına teşekkür ederken, desteklerini esirgemeyen Ağar ve Acararıcın ailelerine minnetlerini sundu.

Ms hastaları için psikoterapi projesini yürütüyor

Lisans ve yüksek lisans eğitimi boyunca TÜBİTAK Bilim İnsanı Bursu alan Ağar bugüne kadar çeşitli kurum ve STK’larda çok sayıda danışanla çalıştı, psikolojik değerlendirme ve danışmanlık hizmeti verdi. Şu anda da nörolog hekimler Dr. Ali Özhan Sıvacı,  Dr. Meral Seferoğlu ve Multipl Skleroz Derneği ile birlikte “Ms Hastaları için Psikoterapi Desteği” projesini yürütüyor.

Çocuk kitabı yazıyor

Lisans eğitimini Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde, yüksek lisans eğitimini ise Bahçeşehir ve Arel Üniversitesi’nde tamamlayan Deniz Ağar, kliniğinde bireysel psikoterapi, çocuk ve ergen terapisi, grup terapileri, çift ve aile danışmanlığı ile psikolojik test çalışmaları yapıyor. Şimdiye kadar alanıyla ilgili üç kitap çeviren ve bir çocuk kitabına danışmanlık yapmış olan genç psikolog şu sıralar yeni bir çocuk kitabı yazmak için hazırlıklarını sürdürüyor.

Haberin detayları için linki tıklayabilirsiniz.

Hiperaktivite Doğru Tanı(m) Olmayabilir

Son yıllarda çocuklara konulan Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite tanısının hızla arttığını gözlemliyoruz. Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite (DEHB) çocukluk çağında en sık rastlanan psikolojik bozukluklardan olsa da, uzmanlar tarafından yanlış tanı konmuş vakaların sayısı da hiç de az değil.

Hiperaktivite tanısı nasıl konur?

Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) çocukluk döneminde rastlanan dikkat dağınıklığı, aşırı hareketlilik ve dürtüsellik, yani şartların gerektirdiklerini göz önüne almadan ve sonuçlarını hesaba katmadan davranma durumuna denir. Dikkat dağınıklığı, aşırı hareketlilik ve dürtüsellik DEHB’nin üç temel belirtisidir.

Ancak, bu belirtileri gösteren bir çocuğa DEHB teşhisi koymadan önce göz önüne alınması gereken başka kriteler de var.

  • Çocuk bu davranışları sürekli ve tüm ortamlarda mı gerçekleştiriyor? Yoksa zaman zaman ya da sadece belli şartlar da mı hiperaktif davranışlar geliştiriyor?
  • Çocukta gözlemlenen dikkat eksikliği ve odaklanma sorunu bulunduğu yaş grubundan beklenen seviyenin gerçekten üzerinde mi?
  • Hiperaktif davranışın ve dikkat eksikliğinin altında çevresel faktörler yatıyor olabilir mi? Ya da başka duygusal bozukluklar, öğrenme güçlükleri bu davranışa yol açıyor olabilir mi?

Doğru tanı için uzmanın tüm bu kriterleri değerlendirerek çocuğun ailesi ve öğretmenleriyle işbirliği halinde çalışması gerekmektedir.

Yanlış tanı nelere yol açar?

Her şeyden önce yanlış tanı problemli davranışın altında yatan gerçek sorunu görmeyi ve buna yönelik çözüm aramayı engeller.

Örneğin, çevresel şartlardan ötürü (ailevi sorunlar, travmatik bir deneyim vs.) davranış bozukluğu geliştiren çocuğa konulan DEHB tanısı ve uygulanan tedavi yöntemleri, çocuğun içinde bulunduğu şartlar iyileştirilmediği sürece etkili olmayacaktır.

Öte yandan, kimi durumlarda ilaç desteği de gerektiren DEHB, tanı doğru olmadığında çocuğa gereksiz ve yanlış ilaç verilmesine bile neden olabilir.

Ailelere ne düşüyor?

Aileler, her şeyden önce her çocuğun dönemsel olarak hiperaktif davranışlar sergileyebileceğinin farkında olmalıdır. Burada önemli olan, çocuğun davranışının nedenini bulmak ve ona uygun bir çözüm geliştirmektir.

Ayrıca, her yaş grubunun odaklanma süresinin farklı olduğunun da bilincinde olmak gerekir. Örneğin, 3 yaşındaki bir çocuğun bir oyuncakla 5 dakika oynayıp sıkılması yetişkinlere kısa bir süre gibi gelse de bu yaş grubu çin 5 dakikalık odaklanma becerisi gayet normaldir.

Sonuç olarak, çocuğun gösterdiği her beklenmedik davranışın hiperaktivite olarak yorumlamaması, ancak hiperaktif davranışın ve dikkat eksikliğinin sürekli ve yaşıtlardan farklı ilerlediği gözlemlendiğinde bir uzmana danışılması en sağlıklı seçenek olacaktır.

Kaygı Bozukluğunu Yenmek için

Kaygı, kişinin dışarıdan gelen tehditlere karşı verdiği ruhsal ve fiziksel tepkidir. Nefes alış verişi artar, kalp atışı hızlanır. Bu durum aslında herkesin zaman zaman yaşadığı normal; hatta sağlıklı bir durumdur. Günlük yaşamda sorunlarla baş edebilmek için tetikte olmamızı sağlar.

Ancak kaygı bozukluğu farklı bir durumdur. Kaygı, kişinin günlük rutini aksatacak bir sürekliliğe ve yoğunluğa sahipse kaygı bozukluğu olasılığı mutlaka göz önüne alınmalıdır.

Kaygı bozukluğunun başlıca belirtileri

  • Kaygının, durumun ciddiyetine kıyasla daha şiddetli olması
  • En az 6 aylık bir dönem boyunca sürekli yaşanması
  • Kişinin iş/okul ya da sosyal hayatını, aile yaşantısını olumsuz etkilemesi.
  • Kişinin kaygı yaratabilecek ortamlardan sakınması, kalabalık ortamlardan uzak durması, tek başına dışarı çıkamaması vs.

Bu belirtilerden biri ya da birkaçının gözlemlenmesi halinde atılacak ilk adım alanında uzman bir psikolog ya da psikiyatra başvurmak olmalıdır.

Kaygı bozukluğu nasıl tedavi edilir?

Kaygı bozukluğu tedavisi olan bir hastalıktır. Psikoterapi ve gerekli durumlarda ilaç desteği danışanın kaygılarıyla kolayca başa çıkabilecek duruma gelmesine yardımcı olur.

Bilişsel davranışçı terapi yöntemi ile kaygı bozukluğunun altında yatan nedenler incelenir, kaygıya neden olan olumsuz düşünceler giderilir. Terapi sürecinde, nefes egzersizleri, stresle baş etme yöntemleri gibi pratiklerle bireyler kaygı yaratan durumlara karşı güçlendirilir ve süreç sonunda danışan kaygılarıyla başa çıkabilecek hale gelir.

Kaygı bozukluklarında genetik yatkınlığın da payı olabileceği gibi kalabalık şehir hayatı, yoğun iş temposu, öğrenciler için sınav maratonları da tetikleyici olabilir. Bireylerin yaşam kalitesinin olumsuz etkilenmemesi ve uzun vadede farklı sorunlara yol açmaması için kaygı bozukluğu belirtileri baş gösterdiğinde vakit kaybetmeden uzman desteği almak en doğru seçenek olacaktır.


“Nasıl Daha Mutlu?” – TedX Konuşması

” Nasıl daha mutlu bir insan olabiliriz” konuşması TedX Nilüfer organizasyonunun en çok izlenen konuşması oldu. Klinik Psikolog Deniz Ağar’ın psikoloji, matematik ve edebiyat kavramlarını bir arada kullanarak hazırladığı TedX konuşması mutluluk ve mutsuzluk kavramlarını yeniden inceleyerek, kişinin kendisini mutlu etmek için mutsuzluğunu nasıl irdelemesi gerektiğine dair ipuçları veriyor.